Soma-Sema: AK Kibir, Kara Ölüm
Antik Yunan filozofu Platon’un Soma-Sema: ‘Beden (Ruhun) Mezarıdır’ diye çevrilebilecek öğretisi her ne kadar Türkiye’deki faciayla ilgili olmasa da oldukça yerinde bir özet:  Soma-Mezardır. Bugünkü bağlamında aslında Soma’daki siyasi ve iktisadi zihniyet mezardır.

Soma maden faciası, 300 üzerinde ölü madencinin ve onların ailelerinin yanı sıra, maalesef insanın aklına Türkiye’nin yapısal ve siyasi ‘omurgasını’ da getiriyor. Ölen insanların herkeste bıraktığı o soğuk duygu, o çaresizlik hali bir de suçluluk hissi yükletiyor. Bu toplumun siyasi bir bireyi olarak hissettiğimiz, hissetmemiz gereken bir pay.

Türkiye’nin ‘Medeniyet’ yolculuğu, gerek ekonomik açıdan gerek siyasi açıdan ‘kapitalizm’ yolculuğudur da. Ama ileri kapitalist toplumların, işsizlik maaşının bile bu ülkedeki profesör gelirinden fazla olduğu, sosyal devlet ve müreffeh bir yaşam demek değil, olmadı ve her defasında da olmayacak galiba dedirten bir arada kalmışlık.

AKP iktidarının kendi anlam dünyasında ve toplum tahayyülünde ‘inanç’ başarının anahtarıdır, fakat bunun ispatlanabilir mantıki ‘gerçekçiliği’ çoğu zaman o kadar da önemli değildir, en nihayetinde mucizeler beklenmez, yaratılır. 1970’lerden beridir siyaset yapan İslami-muhafazakar kesimin hepsini olmasa da bir çoğunu iktidara taşıyan AKP dönemi Türkiye'si her defasında ‘gerçekçiliği’ sorgulanmadan bu mucizevi gelişmelere, (rakamlarla oynamalara, çarpıtmalara) örnek gösterildi. Örneğin, Hızlı Tren yapıp, hani Türkiye geç kalmış ya, herkesten bile daha hızlı gidecek diye kibirlenirken Pamukova’da daha seferler yerine oturmadan tren kazasında 41 kişi ölmüştü. Ne oldu? 10 sene sonra bile daha Ankara-İstanbul hızlı tren hattı faaliyete geçemedi. Belki biraz gerçekçi olunsaydı, biraz ayaklar yere basılsaydı, ders çıkarılsaydı, çok daha erken bir vakitte bitmiş de olabilirdi. Bu durum hükümetin diğer bütün projelerinde aynı zihniyet ve yaklaşımla karşımıza çıkmaktadır.

AKP’nin ve özelde Başbakan Erdoğan’nın nasıl da bir çok kesimin bu yapısal şartlarda olmayacak duaya amin hutbesinde bir umut olduğunu burada anlatmaya gerek yok. Partisi ve şahsında kaç on yıldır yaşanılan ezikliğin, eksik kalmışlığın dermanı olduğunu ama bunun kısa ve orta vadede ne kadar da ‘maliyetli’ olduğunu Türkiye’nin son birkaç yılında görmek mümkün. Anti-demokratik ve baskıcı bir hükümetin bütün ‘ötekiler’ üzerindeki tahakkümü her seferinde kendisini daha da fazla hissettirmektedir. Yetmezmiş gibi kimse de öldüğüyle kalmamaktadır, yani şeyler ontolojik zorlamalara maruz bırakılarak sürekli bir ‘görecelik’ ile kimsenin ne yaşadığıyla ne de öldüğüyle kendini tanımlamasına bile yer olmamaktadır.

AKP Türkiye'sinin  bu‘medeniyet’ yolculuğunda en çok ortaya çıkan şey, özellikle sözde ‘ustalık dönemi’ dedikleri bildiğimiz anlamda iktidarın gücünü konsolide ettiği dönemde, KİBİR’dir, hem de AK bir kibirdir. Bu kibir parti siyasalarında, onun içindeki veya çevresindeki siyaset, ekonomi ve sair çevrelerin ‘eleştirilere’ yaklaşımında, söze kulak verme ve karşısındakiyle ‘eşit’ olma konusunda ilk refleksleri, evet kibirdir. Kim uyarmış, kim karşı bir şey söylemiş kim farklı bir bakış ortaya koymuş hiçbir anlamı yok, çünkü kibrin sınırı yok.Bundan zarar görenler ve ölenler de ne yazık ki KARA ölmektedir. Soma bunun en yakın örneğidir.

Şimdi Soma maden faciasının ardından, aklıma ilk gelen ve bir nebze de olsa rahatladığım bir konuyu belirtmek istiyorum : ’Nükleer.’ Bir an, bir noktada bu ülkenin bu şekliyle halen Nükleer enerji bağlamında elinde bir ‘Çernobil’ potansiyeli yaratacak ve Sinop’ta diğer yerlerde bu adımların pratiğe geçmemiş olmasından bir nebze rahatlama hissediyor insan. Neden mi? Her mutfak tüpüyle hatırlamamız gereken yıllar öncesinden Başbakan Erdoğan’ın nükleer santral savunmasındaki şu sözleri: ‘...Bunların az veya çok bir bedeli olur... Evdeki mutfak tüpü de riskli.’ Gerisini düşünmek bile gereksiz.

Türkiye’nin en nihayetinde (eğitim ve teknolojiyi bir kenara bırakırsak) ekonomik gelişimi enerjiyle ve ucuz enerjiyle çok bağlantılı. Eğitim ve teknolojiyi bir kenara bırakırsak dedim, çünkü Türkiye ekonomisinin, keza demokrasisinin, bu iki unsur üzerinden tartışılabilmesi için iki nesil gerekmekte, ki bu da çok yakın görünmemektedir. Güney Kore gibi son kırk sene içerisinde köylü ve ekonomisi tarıma bağlı bir ülkeden bugünkü duruma gelmek mümkün, ama bunun yolunun Kuzey Kore siyasi çerçevesinden geçmediği de aşikar.

Umudum, şimdi bir de nükleer enerji arayışında olan Türkiye’nin öncelikle nükleerin kendisinden ve bu kibirden, ki zaten bunun  altının ne kadar boş ve yetersiz olduğunu bilerek, bu kibrin akıl dünyasından ve akıllılarından bir an önce kurtulması. En büyük gereklilik ve ‘gelişmişlik’ Cumhuriyet DNA’sına işlenmiş bu kibri görmek ve ondan kurtulmaktır, kişiler, hükümetler vs. bundan sonra gelir. Soma bu kibre ders olur mu? Ya da Roboski oldu mu ki?