KHK İktidarı

 

Referandumda kahir ekseriyetiyle “Hayır” demiş bir İstanbul semtinde yıpranan ayakkabılarımın dökülen boyasını yenileyecek bir lostra dükkânı arıyordum. Bir zaman sonra dükkân sahibi, onun arkadaşı, ben ve ayakkabı ustası hep birlikte televizyonun karşısında bulduk kendimizi.

Ajans haberlerini veren televizyon önce Suriyeli ailenin dramını ekrana getirdi.[1] Haberin detayları insanın yüreğini sıkıştıracak tarzdaydı ama dükkânda herhangi bir yansıması olmadı. Kimbilir belki dükkân sahibi, arkadaşı ve ayakkabı ustası da benim gibi bu ülkeyi anlamak için haberlere insanların nasıl tepki verdiğini gözlemek için sessizliği seçmişlerdi.

İkinci haber Bursa’da altı otobüsün yandığı olaydı.[2] Peş peşe sıralı otobüsleri saran alevleri seyrederken içlerinde yolcu var mıydı diye kaygılanan iç sesimi dükkân sahibinin “Çok para gitmiştir,” diyen tok sesi kesti. Onun sesini ise ayakkabı ustasının “Astar çok terletir, onu da değiştireyim mi?” sorusu takip etti. Haberin detayları dükkân sahibini haklı çıkardı: 1,5 milyon lira maddi hasar vardı.

Ajans haberleri yangının neden çıktığının kesin belli olmadığını da paylaştı biz izleyicilerle ve bu çerçevede kundaklanma ihtimalinin de araştırıldığını ekledi. Dükkân sahibinin arkadaşı “Kesin kundaklamadır,” dedi oldukça emin bir sesle. Hayata hiç bu kadar kesin gözlerle bakamadım. İmrendim bu özgüvene.

Ayakkabımın işlemleri artık son dönemeçteydi ki televizyon “Son Dakika” olarak yeni yayımlanan iki Kanun Hükmünde Kararnameyi duyurdu bizlere.[3] Önceki benzerleri gibi yüzlerce akademisyeni hiçbir gerekçeye dayanmadan akademi dışına atan, binlerce çalışanı kamudan ihraç eden, pek çok derneği kapatan Kanun Hükmünde Kararname (KHK) dile geldi spikerin sesinden. Dükkânda ise sessizlik hükmünü devam ettirdi evlilik programlarının da söz konusu KHK ile yasaklandığı ifade edilene kadar. Ne garip KHK, olmayacak bir hükme hükmetmiş ve herkesin merakla izlediği programları da yasaklamıştı. Önce dükkân sahibi emin bir sesle “İşte bu olmadı,” dedi –bu saptamasının diğer hükümlere meşruiyet sağladığını fark ederek ya da etmeyerek. Ardından arkadaşına dönüp “Sen şimdi ne seyredeceksin televizyonda?” dedi –öyle ya bu tür programları hep arkadaşlar seyreder. Ayakkabı ustası ise boyadığı ve toplumsal yargılarımıza göre ıslah ettiği ayakkabımı bana verirken dükkân sahibinin arkadaşının “Haklısın, olmadı,” cevabı kulağıma yansıdı. Ben sessizce ve obsesyonlarımı da itinayla yerine getirerek bağcıklarını eş uzunluğa getirip giydim ayakkabımı. Parayı uzatıp çıktım dışarı. Dükkânın hemen birkaç metre ötesinde görüşlerimi sessizce tweetledim dükkândaki tepkilere, tepkisizliğe ve tepkisizliğime şaşarak.

Adalet ve Kalkınma Partisi’nin şeriatçı bir iktidar kuracağını zannederek tüm cephanesini laiklik ilkesine yükleyen memleketimin sosyal demokrat ve kimi sol siyasetinin görmesi gereken bir gerçek var: AKP şeriatçı değil, biyopolitik bir iktidarı başarıyla var etmiştir. Bu nedenle laiklik üzerinden mücadelenin örülmesi baştan yenilginin kabul edilmesidir. Çünkü görmek zorundayız ki; AKP iktidarında Reis’in görevi –tek mutlak güç olarak– tıpkı Foucault’nun tanımladığı gibi “hakiki bir toplumsal ortopediye uygun olarak (bu ülkede yaşayan) bireyleri gelişme sürecine uyarlamaktır”. Daha önemlisi tarihte delilikten yola çıkarak herkesi aklın hizasına sokmaya çalışan bu zihniyet, günümüz toplumunda sadece “hasta” ve “sapkın”ları değil, hepimizi, tıpkı ayakkabılarımızı ıslah eder gibi normalize edebilmeyi ve bu bağlamda en çok arzuladığı şey olan toplumsal yaşamda asayişi sağlayabilmeyi becermiştir. Eğer gerçekten vicdanlarımız –Foucault’nun ifadesiyle– hizaya sokulmasaydı yüzlerce akademisyeni, binlerce çalışanı “sivil ölüm”e gönderen KHK’larda itiraz edeceğimiz hemen tek konu arkadaş-evlilik programlarının yasaklanması olur muydu?

Ne garip temiz boyalı ayakkabımla sessizce attığım tweette; söz konusu KHK'lar ile televizyonlardaki evlilik programlarının da yasaklandığını ifade ederek sıradaki KHK'ların neleri yemeyeceğimiz ve kimlerle sevişmeyeceğimiz konusunda olacağını iddia etmişim. Bu tweeti atıp tepkimi sessizce ve dahası kendi kendime bir tür psikoz tablosunda “dile getirirken” gıda takviyelerinin de KHK kapsamında yasaklandığını bilmiyordum -meğer o adımı da atmışlar.[4]

Hiç kuşku yok ki kahin değilim ve geleceği okuyamıyorum. Ama Foucault’yu okudum. Ve onun sayesinde anlıyorum bir darbeyi gerekçe yaparak yaratılan bu KHK ortamında “FETÖ” ile barış akademisyenleri; onlarla sohbet, arkadaşlık ve evlilik programları ve onlarla da gıda takviyeleri arasındaki ilişkiyi. Öyle ya Foucault’ya göre rejim, “başlı başına bir yaşama sanatıdır”. Çünkü ister gıda takviyesi ister şeker ya da başka bir gıdayı yeme yasağı olarak rejim, beden ile ruh arasında bir köprü kurarak bireyin hem bedeninin hem de ruhunun fethedilmesini sağlar. Bu bağlamda Reis’in var etmek istediği ve referandum ile oldukça yol aldığı biyoiktidar, hem “sağlam” ve “normalize” edilmiş bir vücudu hem de aynı özelliklere sahip bir kafayı inşa etmeyi arzulamaktadır. Bu noktada yayımlanan KHK’larda ihraç edilen akademisyenler ile kamu çalışanları ve kapatılan dernekler düşüncemizin; iptal edilen arkadaş bulma programları ve yasaklanan takviye edici gıdalar ise bedenimizin ihlal etmemesi gereken sınırı oluştururlar.

Birkaç yıl önce tıp bağlamında biyoiktidar için yazdığımız bir yazıyı “Kullanıcılar” için yazıyorum diyecektir Foucault, “okuyucular için değil”. Haliyle bizim burada yaptığımız bir kullanma kılavuzu sunmak olabilir sadece, nasıl kullanılacağı ise tıp pratiğini icra edenlere kalmıştır diyerek tamamlamıştık.[5]

Hâlâ aynı yerdeyim(z). Sorun ve çözüm yazılanları kullanabilmemizde, pratiğimizde saklı.

Hâsılı kelam her şey o lostra dükkânında saklı...