Kaybedenler ve Kaybedenler

 

İngiltere seçimleri malum bir “Hung Parliament”la sonuçlandı. 2010’da olduğunda Tory-Liberal Demokrat koalisyonuyla sonuçlanan bu durum bu sefer Torylerin DUP’la (Demokratik Birlik Partisi) kuracağı bir ittifakla çözülecek gibi. En azından kraliçenin 19’unda yapacağı resmî açıklamanın içeriği şu an böyle görünmekte. Yine de, seçim sonuçları iki ana akım parti içinde görünenden daha derin anlamlar taşıyor; biraz onlara bakalım.

Labour epey önemli bir sonuç elde etmiş olsa da, onların da stratejik hale getirebilecekleri bir durum görünmüyor ortada. Bunun sebepleriyle bütünüyle konjonktürel. Labour’ı iktidara taşıyabilecek olası koalisyonların partnerleri hiçbir şekilde Corbyn’in başbakanlığını kabul etmeyecek siyasi çizgilere sahipler. Labour ve Torylerden sonra en çok koltuğa sahip İskoç Milliyetçileriyle koalisyonunu Corbyn de halihazırda reddetmek durumundaydı, çünkü bu partiyle koalisyon Labour’ı zafere taşısa da, Brexit’in yanında uğraşılması gereken bir de İskoç bağımsızlığı meselesini de getirecekti gündeme (böyle bir atılımın da yeniden gündeme gelmesi epey anlamsız çünkü İskoçya’daki oy oranlarına bakıldığında İskoç milliyetçi partisinin oylarının Labour ve Torylere gittiği gözüküyor). Liberal Demokratlar ise Brexit’in yanında duran herhangi bir partiyle koalisyona yanaşmıyor. Labour, Brexit’e karşı olmuş olsa da -geçen yılki referandum sürecinde, parti içerisindeki hizipten ötürü bu karşıtlığı olması gerektiği gibi yüksek dillendirememişlerdi gerçi- son kertede halkın kararının bu olduğu ve bunun uygulanması gerektiğini savunuyordu. Bu durumda Labour’ın koalisyon ortağı olabilecek partiler, Yeşiller, Sinn Fein vb. çoğunluğu elde etmesine yetmiyor. Dolayısıyla sonuçlar Labour’un lehine görünse de, Labour bu sonuçlardan aktif bir strateji çıkartmaktan aciz kalıyor. 

Torylerin, ancak daha çok May’in hali içinse daha feci denebilir. Halihazırda iktidardaki partinin çağrısıyla gerçekleşen bir seçimde alınan oy %50-55 civarında değilse veya bir önceki seçimdeki oranlardan düşükse, o partinin otoritesinin zedelenmesi kaçınılmazdır. Bilhassa May’in bu seçimi istemesinin ardındaki başlıca sebebin Brexit pazarlığında elini güçlendirmek adına çoğunluğunu sağlamlaştırmak olduğu düşünüldüğünde alınan sonuç bariz bir otorite yıkımından farksız gibi. Herhangi bir demokratik hassasiyeti olan politikacının bu noktada istifa etmesi beklenirdi. Ancak Torylerin bu hassasiyetlerden yoksun olduklarını gösterdikleri ne ilk ne de son zaman bu. May başından itibaren bu seçimi kendi üzerine bir plebisite çevirmişti. Bu seçimin bütün meselesi ona göre Brexit pazarlıklarını yapacak kişiden ibaretti. Bunun yanlış bir strateji olduğu o zaman da belliydi, şu ansa tescillenmiş görünüyor; Brexit, çünkü İngiltere halkı için hâlâ muallakta kalan bir mevzu.

Labour’ın bu seçimde beklenenin üstünde bir sonuç almasının sebeplerinden biri de muhtemelen bu seçime “Brexit pazarlıklarını kim yapacak” üzerine bir referandumdan çok sahici bir genel seçim olarak yaklaşması ve insanların genel hassasiyetlerine seslenmesi, örneğin NHS’i (Ulusal Sağlık Hizmeti) güçlendirmek gibi önerilerle gelmesiydi. Torylerin seçimi bütünüyle Brexit’e indirgemeleri parlamentodaki çoğunluğu kaybetmelerine neden oldu. Daha korkutucu olansa May’in kaybettiği iktidarını yalnızca faşizan eğilimi açık olan bir partiyle koalisyon yaparak kurtarabilmesiydi. Mevcut durumu seçim öncesinden çok daha vahim bir hale getiriyor bu hamle. İktidarda şimdi bir değil, iki reaksiyoner partiyle baş etmek durumunda İngiltere halkı. DUP’la kurulacak iktidar basit bir destekten de fazlası olacak gibi görünüyor, çünkü DUP liderleri yaptıkları açıklamalarda May’in iktidarda kalabilmesi için onlara muhtaç olduğunu bildiklerinden söz ediyorlar, bu da kendi ilke ve siyasi anlayışlarının kurulacak hükümette daha yoğun bir etkiye sahip olabilmesi adına onlara güçlü bir pazarlık yapma alanı açıyor. DUP gibi oportünist partilerin “raison d’etre”i zaten kendi başlarına çoğunluğu yakalayıp iktidara gelmeye çalışmaktansa iktidarı sallantıda olan bir partiye yanaşıp ana akım için fazla radikal ve kabul-görmez olan fikirlerini makro-siyasetin alanında normalleşmesini sağlamaktır. Kısa vadede DUP’la kurulacak bir hükümet işe yarayabilir, ancak uzun vadede bunun Toryler içerisinde de ortaya çıkaracağı hoşnutsuzluklar olacağını öngörmek de zor değil. Tipik bir “loyalist” parti olan DUP ırkçı, homofobik ve tepeden tırnağa Protestan. Toryler, her ne kadar bu özelliklerin hepsini içlerinde barındırıyor olsalar da, bunları genellikle yüksek sesle dile getirmekten çekinirler. Toryler içinde de LGBTİ hakları destekçisi, Katolik inançlılar vardır. Ayrıca DUP ekstremist bir geçmişe sahip bir parti. May’in, kampanyası boyunca Corbyn’i Sinn Fein’le bağları üzerinden vurmaya çalışırken nihayetinde kendini kurtarmak adına eski milis ve çetecilerden kurulmuş bir partinin desteğini alması Toryler içerisinde de hoş karşılanmayacaktır muhtemelen. DUP’la varılacak anlaşma bu yüzden, Tory partisinden ziyade yalnızca May’in yaralarına yapıştırılabilecek kâğıttan bir bant olabilir. 

Zorunlu olarak atılmış bu koalisyon hamlesinin gösterdiği bir şeyse muhafazakâr fakat açıkça faşizan olmayan partilerin iktidarlarını ancak daha da sağcılaşarak, radikal sağın ideallerine daha da yaklaşarak koruyabilecekleri gerçeği oldu. DUP’la koalisyonun yanında bu gerçeği daha kuvvetlendirense bu seçimde UKIP’in aldığı oyların azlığıdır. UKIP gibi bir partiye artık gerek kalmamıştır, çünkü Toryler onların giysilerini kendi üzerlerine kusursuz uyacak bir biçimde yeniden dikmişlerdir. Bu durumun bir izdüşümü solda da hissettiriyor kendini. Siyasi spektrumun iki kanadı da siyasal mücadelelerini ancak daha fazla radikalleşerek sürdürebilmekteler. Labour, Blair’de tecessüm eden merkezci duruşundan Corbyn’in ağdalı radikalizmine doğru evrilirken Toryler, Cameron gibilerinin statükocu muhafazakârlığından ve siyasal elitizminden insan haklarının bile askıya alınmasının gündeme geldiği bir otoriteryanizme doğru evirilmek zorunda kaldılar. Bu süreç Fransa’da son seçimler düşünüldüğünde daha ilginç bir hale geliyor. Elbette Fransa’da kazanan kusursuz bir merkezci siyaset izleyen Macron oldu. Ancak seçimin ilk turu siyasi spektrumun geleneksel iki kutbunu temsil eden partilerin -Sosyalist Parti ve Cumhuriyetçiler- parçalanışına, Jean-Luc Melenchon ve Marine Le Pen’in radikal anlayışlarının sahnede daha çok yer kaplamaya başladığını göstermişti. Macron’un İngiltere’deki izdüşümü olabilecek Liberal Demokratlarsa toplum genelinde herhangi bir etki yapmaktan epey uzakta gibiler. Çünkü İngiltere kendi Macron’ununu, iki kutbu da ılımlılaştırabilecek bir merkezci adayını on beş yıl önce Blair’in şahsında çoktan çıkarttı ve ardından onu gömdü. Siyasal spektrumun radikalleşmesi, bu yüzden, İngiltere’de kendini daha doğrudan, dolayısıyla daha sert hissettirecek gibi görünüyor.

Nihayetinde seçimin herhangi bir kazananı yok denebilir. Az kaybedenler ve çok kaybedenler var, fakat en büyük kaybedişi yaşayanın May olduğuna da şüphe yok. Parti içerisinde bile birçoğu onun istifasını bekliyor. Fakat May bu kaybedişi kabullenmek yerine iktidarını daha da otoriterleştirerek korumanın peşinde. Labour ve Corbyn içinse ortada büyük bir kazanım var. Ana akım siyasetin dışından biri olan Corbyn parti içerisinde onu devirmeye çalışan Blaircıları ve parti dışından sürekli onun niteliğini sorgulayanlara hoş bir cevap vermiş oldu bu sonuçlarla. Fakat Corbyn’in başarısı, Brexit’i iki reaksiyoner partinin bir koalisyonunun yürüteceği gerçeğini de değiştirmiyor; yalnızca bu zor durumla mücadelenin imkânı konusunda daha optimistik olmak için bir sebep veriyor. Ancak fazla optimizme de kapılmamak gerekli, dünyanın birçok yerinde “üçüncü yol”dan sıyrılmış sol akımlar seslerini daha çok duyursalar da, halen daha iktidara gelebilecek güçte görünmüyorlar.