Thomas Mann ve Siyasi Sorumluluk

Thomas Mann’ın siyasi görüşleri dönem dönem büyük dönüşümlerden geçmiş olsa da bugün en çok 1940’lardaki demokratik duruşuyla anılırlar. “Demokrasi peygamberi” olmadan önce, erken dönemlerinde Mann, bu duruştan epey uzaktı. Demokrasinin Alman karakterine “yabancı ve zehirli” olduğunu söylüyordu. Büyük Savaş sırasında büyük bir Kaizer destekçisiydi. Ağabeyi Heinrich’i demokratik görüşlerinden ötürü eleştiriyordu. Bu dönemde yazdığı Venedik’te Ölüm örneğin, katı bir “aydınlanmış despotizm” savunusudur, Avrupa’da izine yeni yüzyılda rastlamanın gittikçe zorlaştığı aristokratik kültüre bir requiem’dir. Siyaseten aristokrat, estetik olarak neo-klasik bir çizgidedir burada. 1918’de yazdığı bir metin (Betrachtungen eines Unpolitischen) bugün okunduğunda Mann’a dair genel anlayışımızı altüst edebilecek türden bir oto-portre çizer. Schopenhauer ve Nietzsche’nin etkisiyle yazılmış bu korkunç metin döneminin bütün ilerici aydınlarına amansız bir saldırıdır. Hedefindeyse Zivilationsliterat adını verdiği Alman entelijensiyası vardır. Aralarına ağabeyini de koyduğu bu Zivilationsliterat’ı “kökü dışarıda” olmakla suçlar. Sürekli demokrasi, medeniyet ve ilerlemeden bahseden bu entelektüeller fikirlerinin hepsini Fransızlardan almışlardır der ve bundan ötürü yazdıklarının Alman Kultur’uyla ilişiğinin olmadığını, ona zarar verdiğini savunur. Hatta Almanların siyaset de yapma gereği olmadığını söyler, metnin başlığında kendini “gayri siyasi” addetmesi de bundan. Görüldüğü gibi, erken dönemiyle bugün hatırladığımız kişi epey farklı.  

Savaşın ardındansa liberal parlamentalizmin bir destekçisi haline geldi Mann ve Almanya’nın entelektüellerini Weimar Cumhuriyeti’ni desteklemeye çağırdı. Siyaseten geçirdiği bu dönüşümün en yüksek sesli yankılarına Büyülü Dağ adlı benzersiz kitabında rastlanır. 1924’de yayımlanan bu kitabın bir sahnesinde hümanist Settembrini ve komünist Cizvit Leo Zaptha arasındaki diyaloglar Mann’ın siyasi görüşlerindeki dönüşümlerin onun edebiyatını nasıl güçlendirdiğini gösterir. Settembrini, Weimar’ın ideallerinin ete kemiğe bürünmüş bir halidir. Zaptha'ysa insanların esasında özgürlük arzulamadıklarını, çağımıza layık olanın terör olduğunu söyleyen bir despotizm yanlısı. Böyle diyalogların benzerleri edebiyat tarihinde çoktur. Akla Dostoyevski’nin engizitörü geliyor. Fakat Dostoyevski ve Mann arasında mühim bir fark vardır: Dostoyevski açıkça taraf olurken ve ortaya neticede uzun bir monolog koyarken Mann, diyalogun gücünü vurgular. İsa’nın karşısındaki büyük orator’a söyleyebileceği neredeyse hiçbir şey yoktur; Mann öbür yandan, iki yaklaşımı da bütün güçlükleri ve zayıflıklarıyla çarpıştırmaktan çekinmez. Bunu yapabilmek için her türlü siyasi fikre eşit mesafede bulunmak, onların söyleyeceklerini iştahla dinlemek, değerlendirmek gerekir. Gustav von Aschenbach figüründe temsil edilen katı aydınlanmacıdan bu özgür fikrî tartışma ortamına geçiş, Mann’ın savaş sonrasında on yıl kadarlık sürede insanlara yönelik bir demokratik hassasiyet geliştirdiğini de gösteriyor. 29’da yayımlanan novellası Mario und der Zauberer (Mario ve Büyücü) de siyasi görüşlerindeki bu değişimi aktarır. Porto Venere’de bir büyücü olan Cipolla, kitleleri sihir numaralarıyla kendi otokratik kişiliğine bağlar, hikâyenin sonundaysa kentin Mario adlı bir yerlisi tarafından öldürülür. Hem görüşlerindeki değişimi duyurur Mann, hem de İtalyan halkının Mussolini’yi alt edebileceğini.

Mann’ın muhafazakâr bir çizgiden liberal bir demokrasi yanlısı oluşu, onun kendi kendine vardığı bir muhakemeden çok, 1922’de Walt Whitman okumaya başlamasının bir sonucudur.  Amerika’nın Avrupalı büyük yazarlarda bıraktığı bir etki var. Demokratik sistemlerin devamlı git-geller içerisinde olduğu Avrupa’dan çıkmış yazarlar için Amerika modelinin işlerliği bir anlık temiz hava etkisi yapabiliyor. Mann’ın Amerika’yla Whitman üzerinden karşılaşmasının da benzer sonuçları olmuştur denebilir. Whitman için “Hindistanlı bir Rousseau,” der Mann, “denizler ötesinden bütün insanlığı seven bir adam.” Whitman’ın İç Savaş ertesi Amerika’sında kendi döneminin Almanya’sını görür. Mann için Whitman’ı önemli kılan bir de tabii, onun düşüncesinde Mannerlieber’ın oynadığı roldür. Whitman’ın demokrasi anlayışında “erotik” bir yan vardır. İnsanları İç Savaş gibi bir toplumsal bir felaketin ardından yeni toplumu aşkla, sevgiyle inşa ederler. Weimar Cumhuriyeti’ne destek konuşmasının sonunda Whitman’ın “I Sing the Body Electric” şiirinden çoşkulu bir alıntı yapar Mann ve bunun Amerikan demokrasinin ruhundan çıkmış yeni bir Hellas, insanlık dininin üçüncü Reich’ı olduğunu söyler. Bu Reich’ın başkanlığına da Eros’un getirilmesinden Whitman’ın da hoşnut kalacağıyla noktalar.

1940’larda BBC’de Nasyonel Sosyalizme karşı yaptığı yayınlarsa eşine zor rastlanır ölçüde tutkulu nutuklardır. Mann’ın Deutche Hörer adıyla daha sonra yayınlanan bu konuşmaları ülkesi karşısında büyük bir hayal kırıklığına uğramış, derin üzüntü ve buna mukabil büyük bir öfke yaşayan duyan birini resmederler. Fakat Mann, bu duygularının ajitatif bir yere varmasına izin vermez. Nazizmi ilkin akıldan bir sapma olarak yorumlar ve ortaya çıkışı ve olası yenilgisinin sebeplerini akli temellerde aktarmaya uğraşır. Antisemitizmin “uzaydan gelmediğini”, Alman düşüncesinde epeydir var olan fikirlerden beslendiğini söyler. Alman halkına, Hitler ve çetesinin “sosyalist” olduğu düşüncesine kapılmaması gerektiğini, arkalarında evrensel finans kapitalin olduğunu, gerçek anlamda sosyalizmin ise insanlar özgür olduklarında ve faşizm ayaklar altına alındığında geleceğini söyler. Liberal demokrasiden bir tür sosyal demokrasiye geçişin işaretlerini verir sanki. Yayınlarda hep Alman halkı ve o halkı yönetenler arasında bir ayrım yapar. Seslendiği Alman halkına da devamlı “bunlara mecbur değilsiniz, bunu durdurabilirsiniz” çağrısındadır. Utanç duyduğu, Almanya’nın geldiği halden çok, kendisi de dahil olmak üzere, Alman halkının bu gidişatı durduramamış olmasıdır:  

“Nasıl olmuştur da Almanya ve kalan bütün dünya bu kana susamış, karaktersiz zatın, bu akli ve ahlaki işe yaramazlığın, bu karanlık, yalancı ruhun, söze, düşünceye ve insani her şeye düşman  bu fırsatçının, yalnızca kirli ve müstehcen bir iktidarla donanmış, başarısızlıkları dillere destan bu kişinin tarihe adını yazdırmasına ve birbiri ardına küstahça dizilmiş suçlar kaidesinde yalnızca kendi için büyük ve önemli gözüken bir anıt dikmesine izin vermiştir?      

 

Alman halkının “bir çete tarafından esir alınmış” olduğunu düşünüp onu romantikleştirmez de. Herkesin sorumluluğu olduğunu ve eğer Alman halkının sağladığı insangücü olmasaydı işlerin bu noktaya varmayacağını söyler. Bundan ötürü onlara Nasyonel Sosyalizmin yalanlarını anlatmayı bir görev, vatanperver bir edim olarak görür: “Bu zorbalar sizi veya Almanya’yı bir anlığına bile düşünmemişlerdir, tek düşündükleri kendileri ve iktidardır”. Almanya savaşı kaybetmeye başladığında vurguları da değişir. Başlarda antisemitizmin tutarsızlıklarına dikkat çekerken, 45’in ilk aylarına gelindiğinde, Alman halkının karşısında duran bu ahlâki sorumlulukla yüzleşmesi gerektiğine doğru kayar.

Mann’ın 40'lardaki konumu birçok açıdan ilham verici. Bir yazar yasaklandığı bir ülkeyle konuşmaya çalışıyor. Onu terk edip Amerika’da keyifli bir hayat sürebilir halbuki. Ama güçlü bir sorumluluk hissediyor. Nurullah Ataç bir defasında bu yayınlardan ötürü Mann’a “vatansız” demişti ve bir aydının ne olursa olsun kendi ülkesini böyle eleştirmemesi gerektiğini söylemişti. Ataç tabii her zamanki çoşkuyusuyla biraz haksızlık yapmış. Nihayetinde Mann, Almanya’nın “emblamatik” yazarlarından. Goethe ve Schiller’den sonra Alman Geistını böyle bütünlüklü yansıtabilen bir başka yazar olmayabilir. 1936’da bir mektubunda “Wo ich bin?” sorusuna “Ist Deutschland” şeklinde cevap verebilecek kadar bağlı ülkesine. Ama kaba bir milliyetçilik yapmıyor asla. Onun Almanya’sı biraz Joyce’un İrlanda’sı veya Pasternak’ın Rusya’sı gibi. Gerçek olmaktan çok, onun umutlarını yansıtan bir yer. Bundan ötürü belki bu kadar bağlı ülkesine. Alman milletinin dünyanın “en üstün milleti” olduğunu filan düşündüğü yok. Sadece “iyi” bir şeyler yapabileceklerine dair umudu var, bu umudu da ülkesinin tarihinde, sözgelişi Goethe’nin eserlerinde, geçmişte demokrasi mücadelesi vermiş insanlarda vb. buluyor. Yaşananlardan büyük bir utanç duyuyor, fakat kendi köşesine kapanmaktansa o utancı umuda dönüştürmeye çalışıyor. Büyük toplumsal “katastof”lar sırasında bir entelektüele düşen yegâne siyasi sorumluluk herhalde budur: insanlara hakikati söylemek, kitaplarının yakıldığı bir ülkede bile bunu yapmaya çalışmak, insanları yerlerine bağlayan bir utancı onları harekete geçirebilecek bir umuda çevirmek.