Popülizme Karşı (II): Sol-Dönüşüm Örneği Olarak Venezuela’nın Sorunları

Venezuela’da yaşananlar ve buradaki olaylara verilen tepkiler önemli bir sorunu bir kez daha gündeme getirdi. Bu sorun Soğuk Savaş zamanlarından bu yana uluslararası alanda hep bir ikilem olarak karşımıza çıkıyor. Sorunu şu şekilde formüle edebiliriz: “Öncelikli olan nedir? Temel haklar mı yoksa kamusal yarar mı?” Ayrıca bütün bir siyaset felsefesinin son üç yüz yıldır bu sorunsalın etrafında döndüğünü iddia edebiliriz. Bir toplumun adil (demokratik?) sayılması için ilk olarak temel hakları mı istiyoruz yoksa öncelikle eşit, adil bölüşümü mü? Benim reddeceğim bir durum ancak verilen cevaba göre safınız da belirlenmiş oluyor. Bir tarafta temel hak savunusu yapan ve neoliberal düzeni savunan gelişmiş ülkeler, uluslararası kurumlar ve tanınmış figürler; öte yanda öncelikle bu güç dengesini ve neoliberal piyasaları reddeden partiler, gruplar, ve ülkeler. Bazen ayrım bu kadar da net olmuyor. Hem temel hakları hem kamusal yararı yerle bir edenler de var. Bahsettiğim bu tartışma için, Venezuela iyi bir örnek oluşturuyor çünkü ABD’nin başını çektiği ülkeler ve uluslararası kurumlar tarafından temel hak ihlalleri ile suçlanıyor; muhalefeti bastırmak ya da hükümet üzerindeki yargı denetimini kaldırmak gibi. Öte yandan Venezuela’yı savunanlar Venezuela’nın kamusal yarar güden, neoliberal düzeni ve güç dengesini tanımayan sosyalist bir yönetimi olduğu için ülkenin saldırı altında olduğunu ifade ediyorlar. Bu yeni bir tartışma değil ancak suyu çokça bulandırıyor. Burada çok dikkatli olmak gerekiyor. Kapitalizme ve güçlü olana karşı çıkmak prensip olarak doğru fakat temel haklar, bir başka deyişle ilk yazıda kullandığım siyasal adalet olmadan verilen bir mücadelenin meşruiyeti de sorgulanabilir, eleştirilebilir ve eleştirilmeli de. Bu tartışma popülizme ve eşitsizliklere karşı mücadelede önemli bir nokta olarak karşımıza çıkıyor.

Radikal Demokrasi – Liberal Demokrasi

Sosyalizmin, Sovyetler’de çöküşünün ardından kapitalizm ve onun siyasi şekillenişi olan liberal demokrasi karşısında radikal demokrasi fikri ortaya çıktı. Radikal demokrasi sosyalizmin çökmesi ve popülarite kaybına uğramasından sonra tüm dünyada neoliberal programlara karşı çıkanların, sosyal ve ekonomik hakları için mücadele edenlerin oluşturduğu, çoğu zaman birbirinden habersiz, hiçbir programı olmayan, farklı farklı muhalefet odaklarının genel adı aslında. Bu hareketin içerisinde olanlar toplumların yönetiminin yozlaşmış kurumlardan ziyade, halkın özyönetimi ile yönetilmesi gerektiğini, kaynakların müşterek bir biçimde ve gezegene zarar vermeden kullanılması gerektiğini ve eşit bölüşümün temel alınması gerektiğini belirtiyorlar. Başımıza gelen her sorunun neoliberal düzen ve liberal demokratik kurumlardan kaynaklandığını iddia ediyorlar. Bu anlamda, radikal demokrasi taraftarları Marksizmin boş kalan tahtına oturmak istiyor fakat bunu yapabilmesi için bir programa, özneye ve ilkelere ihtiyacı var. Bu yazı dizisinin amacı bu ilkeleri, özneyi ve programı ortaya koyabilmek.

Doğal olarak, Venezuela konusunda ya da popülizm ile ilgili tartışmalarda da bu iki demokrasi görüşü çarpışmakta. Liberal demokrasi öncelikle temel haklar savunumunu ortaya koyuyor. Bu olmadan ikincisini sağlayamayız argümanında bulunuyor. Normal koşullar altında böyle bir yorum tercih edilebilirdi fakat ne yazik ki devreye giren bir emperyalizm ve piyasaların müdahilliği olguları söz konusu. Bu durum Venezuela ile ilgili bir bilgi karmaşası yaratıyor. Bu karmaşanın ortaya çıkışı bir yandan da yalan haberlerle uluslararası ana akım medya tarafından sürdürülüyor. Amerika’nın adil bir dış politika gütmesini hedefleyen “Just Foreign Policy” adlı Washington merkezli düşünce kuruluşunun başında yer alan ve bir süre The Guardian’da da yazmış olan Mark Weisbrot 2014 yılında Venezuela ile ilgili “şu an dünyada hakkında en çok yalan söylenen ülke” diye yorum yapmıştı. Öte yandan şunu eklemişti: Venezuela ile ilgili olumsuz yazdığınız müddetçe kimse sizi zorlamaz, sınamaz. Ayrıca, bugün olduğu gibi geçmişte de Birleşik Devletler’in dış politikadaki adımları ve özellikle 9/11 sonrası müdaheleci tavrı temel hak savunusu üzerinden meşruiyet kazanmış ve bunun sonucunda halen deneyimlediğimiz toplumsal ve bireysel acılar ortaya çıkmıştır.

Temel Haklar ve Kamusal Yarar İkileminin Yersizliği

Ne yazık ki bu durum birçok uluslararası vakada tekrarlanarak temel hak savunusu anlayışını zedeledi. İnsanlığın yüzyıllardır uğruna savaşım verdiği temel haklar ve siyasal özgürlükler kavramlarının içi boşaltıldı ve ne zaman bunlardan bahsedilse birçok kişi, özellikle radikal demokrasi taraftarları kulaklarını tıkamaya başladılar. Bunun karşısında en baştan bir ilke koymamız gerekir. Temel haklar insanlığın ortak ürünüdür ve vazgeçilemez bir gerçekliktir. Öte yandan bir ülke kendi sorunlarını kendi çözmelidir. Dışarıdan müdahaleler sorunları daha da kötü hale getirir ve güçlüyü daha güçlü, güçsüzü daha güçsüz yapar ve toplumsal acılar yaşatır. Fakat bu temel hakların, özgürlüklerin, kontrol ve dengenin, yargı bağımsızlığının, siyasal kurumların doğru çalışması talebinin hayatiliğini azaltmaz, tersine daha güçlü kılar. Modern tüm siyasal kurum ve araçların insanlığın ortak ürünü olduğunu unutmamak gerekiyor. Toplumun içindeki güçlü zümrelerden biri ya da uluslararası dengedeki en güçlülerden biri (bu bir kapitalist olabilir) bu kurumları yönetiyor ve onları istediği gibi şekillendiriyor olabilir. Mesele toplumun diğer katmanlarını güçlendirerek bu kurumlara diğerlerinin de katılabilmesi ve kararları birlikte almasını sağlamaktır. En nihayetinde sosyalizm kurulsa bile aynı şekilde insanlığın ortak ürünü olan bu organizasyon biçimlerini kullanmak zorunda kalacağı ortadadır. Belki de Venezuela’nın müdahale dışındaki en büyük sorunlarından biri bu: Bu kurumları yeterince güçlendirip toplumu daha etkin hale getirmeli. Böyle olduğunda dışarının müdahale şansı azalır.

Popülizme Karşı Adalet: İkilemin Çöktüğü Kavram

Öte yandan, radikal demokrasi taraftarlarının haklı olduğu bazı kısımlar söz konusu. Soğuk Savaş zamanından bu yana yapılan tüm tartışmalarda temel hakların vazgeçilmezliği kamusal yarar meselesi göz ardı edilerek ortaya konuldu. Bir tarafta temel hakların uygulandığı özgür birinci dünya, öte yanda öyle ya da böyle eşit bölüşümün olduğu ikinci dünya, yani sosyalist düşüncenin var olduğu coğrafya. Ancak hatırlatmak gerekir ki iki coğrafyanın içerisinde de hem temel hakları hem de kamusal yararı savunan aydınlar ve talep eden insanlar hep oldu. Ancak 1980’li yıllar ile birlikte, neoliberalizm dalgası ikisini birbirinden tamamıyla ayırdı. Kamusal yararı tamamıyla saf dışı bıraktı. Bu anlamda kamusal yarar güden ve dayanışmanın olduğu tüm kurumlar ortadan kaldırılmak istendi. Sistem kolunun uzanabildiği her yerde topluma ait olan ne varsa yıkıp bunu piyasalaştırdı. Öte yandan sistem bunu yaparken hiçbir zaman tek başına değildi. İslâm coğrafyasında siyasal İslâma sarılarak, Hindistan’da Hindu milliyetçiliği ile, başka coğrafyalarda bu ülkelerin temel çatışmalarında bir kimliğe tutunarak yol aldı. Bugünlerde ise popülizm üzerinden, denge ve kontrol mekanizmalarının sürekli yara alması ile, partilerin içlerinin boşalması ve lider kültüyle, kutuplaştırılan toplumlarla, yasamanın etkisinin giderek azalmasıyla kendini ortaya koymakta. Bununla beraber, liberal demokratik rejimlerin ortaya koyduğu temel haklar savunumu da 9/11 olayları sonrası güvenlik gerekçesiyle giderek tırpanlandı. Bu anlamda temel hakların saldırıya uğradığı, topluma ait ne varsa umarsızca yok edildiği ve dengenin yok olduğu olağanüstü hal uygulamaları bir yönetim biçimi olarak dünyada önemli bir trend haline geldi. Popülizm bunun kısa yoldan adı sadece.

Böylece şunu iddia edebiliriz: Temel haklar -eşit bölüşüm ikilemi ya da önceki yazıda belirttiğim gibi siyasal adalet- toplumsal adalet ikilemi ortadan kalkmalı ve adalet kavramının ayrılmaz iki parçası olarak ele alınmalı. Uygulanacak tüm politikalar ikisini de kavrayan bir şekilde gerçekleşmeli. Sosyalizm siyasal adalet olmadan yaşayamadı. Peki kapitalizm sosyal adalet olmadan yaşayabiliyor mu? Çağımızın bütün koşulları toplumsal adaleti, yani eşit ve adil bölüşümü ve eşitliği zorunlu kılıyor. İnsanlar bunu talep ediyorlar. Öyleyse, popülizme karşı bir kavramı sahiplendiğimizde, yani adaleti sahiplendiğimizde hem siyasal özgürlükleri hem de eşit bölüşümü talep ediyoruz ve bunun mücadelesini verecek yeni partilere, hareketlere, programlara, kişi ve kurumlara ihtiyacımız var.

Bu bakışla ister Venezuela’ya ister ABD’ye bakalım, bazı sorunlarla karşılaşmamız ne yazık ki çok olası. Venezuela özelinde Chavismo, bahsettiğim bu tarihsel tuzağa ve ikileme takılmış gözüküyor ve emperyalizm olgusu bunu ona karşı kullanmak istiyor. Chavismo yönetimde kalmak istiyorsa bunu Maduro tarzı iktidarın tektipleşmesi yoluyla değil bir bütün olarak adalet kavramıyla yapmalı, yani hem temel hakları hem eşit bölüşüm politikasını topluma daha da yayarak. Yine de Venezuela’da tam olarak ne olduğunu anlamak istiyorsak, ona biraz daha yakından bakmayı denemeliyiz.

Chavez ve Chavismo’nun Kısa Tarihi

Tarihsel gelişimi içerisinde Venezuela’yı incelemek partizan sonuçlardan uzak durmamızı sağlayacak ve adalet temelli yeni program görüşüne katkı sağlayacaktır. Bugünün Venezuela’sı Başkan Maduro tarafından yönetilmektedir ki Maduro 2013 yılında hayatını kaybeden Hugo Chavez’in yardımcısı olarak onun ardından seçimle işbaşına gelmiştir. Maduro’nun temsil ettiği parti Venezuela Birleşik Sosyalist Partisi. Ondan önceki lider Hugo Chavez’in ülkenin gidişatı ile ilgili radikal kararları vardı. Chavez 1998 yılında yapılan seçimlerle yönetime geldi. 1999 yılında anayasayı değiştirdi ve en radikal dönüşüm belki de bu noktada gerçekleşti. O güne kadar uluslararası kurumların (IMF gibi) etkisinde ve rehberliğinde neoliberal politikaları uygulaması beklenen Venezuela bu anayasada “toplumsal haklar”I, yanı bizim bu yazıda kamusal yarar dediğimiz şeyi öne çeken bir ruhla anayasayı yazdı. Toplumsal hakların genişletilmesi yoluyla, Chavez ülkesinin en büyük dertlerinden biri olan yoksulluğu bitirmek istiyordu. Toplumsal haklar, insanların düzgün ve onurlu bir yaşam sürebilmesi adına temel ihtiyaçlara, güvenliğe, sağlığa, eğitime sahip olması ve bunların piyasa koşullarının dışında bırakılması durumunu esas alır. Bu anlamda ilk yazıda belirttiğimiz toplumsal adaleti öne çıkarır. Bu kararın anayasaya yansıması önemli olmakla birlikte tarihi de çok önemlidir. Dünyanın IMF ve benzeri uluslararası kuruluşlar tarafından ekonomik reçetelerle biçimlendirildiği, güvencesizliğin, piyalaşmanın, özelleştirmelerin trend olduğu bir zaman dilimiydi. Hatırlayalım, Türkiye bu reçeteyi teknokrat Kemal Derviş ile başlattı. Paket, AKP iktidarı döneminde aynen korundu ve daha da derinleştirilerek günümüze kadar getirildi.

Chavez Yönetiminin Dayanakları

Chavez, anayasa yapımı sürecinde ve sonrasında sadece Venezuelalıların değil Güney Amerika’da yaşayan birçok kişinin takdir edeceği birleştirici bir sembolü kullandı. Bu sembol Simon Bolivar’dı. Bolivar, 19. yüzyıl boyunca ABD’nin kuzeyde yaptığını yaparak birleşik Latin Amerika devletlerini kurmak istedi. Bolivar tüm Güney Amerika’da önemli bir özgürleştirici olarak görülür. Latin Amerika’nın sömürgeci yönetimlerden kurtulmasında pay sahibi bir tarihsel kişiliğe sahiptir. Kısa bir süre için de olsa Venezuela, Peru, Ekvador, Kolombiya, ve Panama’nın birleşimi olan Büyük Kolombiya devletinin 1819-1830 tarihleri arasındaki başkanıydı aynı zamanda. Yani Latin Amerika halklarının bağımsızlık mücadelesinin timsali olan biriydi.

Sosyalist olan Hugo Chavez, yönetimini hem sosyalist toplumsal kalkınmaya, hem de bu Bolivarcı tarihe, yani özgür, bağımsız ve birleşik bir Venezuela ve Latin Amerika ülküsüne dayandırdı. Bu da tüm dünyada haklı olarak neoliberal reçetelerin sonucunda adaletsizlik ve yoksullukla kaynayan kesimlerde buraya karşı bir sempati yarattı. Chavez Bolivar’a verdiği bu referanslar üzerinden devleti ve toplumu toplumsal adalet etrafında yoksulluğu yok edecek, aydın ve eleştirel bireyler yetiştirecek şekilde yeniden düzenlemek istedi. Buna göre Chavez’in politikaları enternasyonelizme, feminizme, çevreci politikalara, neoliberalizme karşıtlığa, yoksulluğu bitirmeye odaklanmış durumdadır. Siyasal adalet konusunda ise Chavez komünal bir devlet kurmak istemişti.[i] Buna göre, halkın özyönetimi kurullar, konseyler aracılığıyla buraya yansıyacaktı. Toplumu ve devleti radikal bir dönüşüme sokup iktidarı mümkün olduğunca bölüp yaymayı talep eden bir proje. Bunlar aynı zamanda onun adıyla anılan Chavismo’nun da bileşenleridir. Bolivarcılığa ve sosyalizme dayanmış bir Chavismo, yani hem bağımsızlığı hem de toplumsal kalkınmayı savunan bir anlayış neoliberalizme ve müdaheleciliğe dayalı küreselleşme için pek uygun değildi ancak kendi halkı böyle düşünmüyordu. O yüzden ölümüne kadar kendi ülkesinde çoğunluk tarafından desteklendi.

İç ve Dış Muhalefet

Ancak neoliberal reçetelere karşıtlığı, uluslararası kurumlarla işbirliğini reddedişi uluslararası planda olduğu gibi ülke içinde de Chavez’e karşıtlık yarattı. 2002 yılında, Chavez yönetimine karşı askerî bir darbe girişimi gerçekleşti. 48 saat boyunca yönetim darbeyi yapanların elindeydi. Chavez yönetimi bu darbenin ardında ABD’nin olduğunu iddia etti. Kanıtlanan bir bağ yok ancak ABD’nin Latin Amerika’daki darbeler tarihi hatırlandığı takdirde, piyasalara ve Amerika’nın bölgedeki politikalarına karşı çıkan Chavez’e karşı darbe girişimi olası duruyor. Öte yandan biraz incelediğimizde, darbe sonrası 48 saat darbe yönetiminin başkanı olarak görevini yapmış olan Pedro Carmona’nın, darbeden aylar önce defalarca Beyaz Saray’da George W. Bush’u ziyaret ettiği iddia ediliyor.[ii] Bu toplantılara eşlik eden ve Bush tarafından Latin Amerika politikalarının danışmanı olarak Beyaz Saray’da iş verilen Otto Reich’in 1980’li yıllardaki Nicaragua’da Marksist yönetime karşı darbenin planlayıcılarından biri olduğu biliniyor. Bunun gibi birçok kaynağa göre darbenin kökeni ABD’ydi.[iii] Peki ABD’nin Venezuela’daki çıkarı nedir? Bazı faktörler arasında şıunları sayabiliriz: Venezuela’nın dünya sistemine uyum sağlamaması, neoliberal politikaları reddeden bir politik duruş sergilemesi, aynı duruşu bölge için de savunması ve müttefik toplaması, ALBA ülkeleri de denen Küba, Nikaragua, Ekvador gibi sol sosyalist yönetimlerin olduğu ülkelerle iyi ilişkiler içinde olması ama belki de en önemlisi dünyanın en çok petrol rezervini barındırması. Görünen o ki petrol paradoksu burada da yaşanıyor. Dünyanın neresinde bir ülkede petrol varsa orası gelişmişlikten çok uzakta bulunuyor.

Bolivarcı Konsensus – Washington Konsensus

Chavez bu güç dengesine karşı ne yaptı da 1998’de başlayan siyasi kariyeri 2014 yılına, yani vefatına kadar sürebildi? Nasıl bu kadar destek toplayabildi? Chavez yönetime geldiğinde ülkede çok güçlü IMF karşıtı bir hareket ve tepki vardı. İnsanlar kesintilere ve kemer sıkmaya karşı tepkiliydi. Petrol vardı ancak halk yoksulluk içerisindeydi. Chavez bu dalganın ortaya çıkardığı biriydi. Halka sundukları ile beraber halkın ona inanması yönetimde kalmasını sağladı. Yoksulluğu bitirmek için toplumsal adalet temelli programlar başlattı. Tüm dünya neoliberal programı uygulayıp “Washington Konsensusu” adı verilen uluslararası ekonomik düzen altında kemer sıkarken o halkını “Bolivarcı Konsensus”[iv] ile bundan uzak tuttu.

O halde bir noktanın altı iyice çizilmeli. Adalet, özellikle de toplumsal adalet için sadece bunu seslendirmek yetmez, aynı zamanda cesaretle ve ilkelilikle neoliberal düzen karşısında dik durabilmek gerekir. Öte yandan çağımızda siyasal partilerin izlediği esas yol faydacı yaklaşım oldu. Faydacı yaklaşıma göre, siyasal partiler o an halk arasında çoğunluk görüşü neyse onu izler oldular. Faydacılık nedir? Çoğunluğun görüşü ve takdiri uğruna hiçbir ilke tanımadan sadece fayda bekleyerek azınlık konumuna düşmüş olanları dikkate almamak, hatta onları hedef haline getirmektir.[v] Bu anlamda, halk desteği sadece ilkeli bir karşı duruşla, faydacı tuzağa düşmeden ve toplumu güçlendirme isteği ile sağlanır. Chavez bunu yaptı ve halkı onun yanında yer aldı. 2002 yılında yapılan darbede onu destekleyenlere Chavista dendi. Chavista bir anlamda aşağılama tabiriydi, çapulcu gibi. Fakat halk bunu sahiplendi ve kendine böyle diyenlere karşı “Ne olmuş yani, evet Chavistayım,” dedi. Toplumsal adalet görüşü etrafında bir dayanışma ve kimlik oluştu. Fakat siyasal adalet, sağlanması yönünde dönüşümlerle desteklenmedikçe toplum katında rahatsızlık oluşması ve bunun sokağa yansıması ve hatta popülizme kayması son derece olasıdır. Maduro döneminde bu yönde bir gelişme olmuşa benziyor.

Toplumsal Adalet Programları

Chavez dönemi başlatılan toplumsal adalet girişimi olarak yoksulluğu bitirme programlarından başka, Chavez ayrıca devleti yeniden şekillendirmek istedi. Buna göre devleti, halkın örgütlü olduğu ve kendi kendini yönetebilien bir komün devletine dönüştürerek üretim ve tüketimi devrimci bir anlayışla şekillendirmek istedi.[vi] Chavez’in amacı kendi kendini yöneten bir toplum yapısı ortaya çıkarmaktı. Bu, liberal demokratik kurumların dışında yeni bir demokrasi adımı olarak görülebilir. Bu yapıda, komünler ve konseyler önemli bir yer tutuyor. Chavez öncesi dönemde oluşturulan yerel örgütlenmeler olan konseyler Chavez döneminde yukarıda bahsettiğim ilkelerle devlet destekli olarak devam etti. Konseyler yerel örgütlenmeler olarak halkın bir bölgede kararlarda daha etkin olmasını sağlayan ve merkezilikten uzak bir örgütlenme modeli. Bunların birleşimi ile komünler meydana geliyor. Onun da üstünde ise komünal parlemonto bulunmakta. Komünal parlementonun son zamanlara kadar işlemediği biliniyor. Tüm bunlar kapitalizmin dışında alternatif bir ekonomik üretim ve dağıtım ağı kurmak için tasarlanan yapılar ancak alanda çalışan uzmanların belirttiği kadarıyla oldukça zayıf kalıyorlar. Fakat arkasındaki ilke anlaşılır ve Chavez’i ve Chavismo’yu ayakta tutan esas damar olarak karşımızda. Bu yönde atılan deneyci adımlar toplumu güçlendirdiği ölçüde desteği hak etmektedir. Mevcut rakamlara göre Venezuela’da 45.000 konsey ve 1.500 komün bulunuyor.[vii]

Chavez’in yönetiminin iyi gitmesinin sebeplerinden biri de 2000’li yıllar boyunca ham petrol fiyatlarının yükselmesiydi. Irak Savaşı boyunca yükselen petrol fiyatları petrol rezervine sahip ülkelere yaramıştı. Chavez buradan gelen gelirle toplumsal adalet projelerini gerçekleştiriyor ve yoksulluğu bitirmeye çalışıyordu. Eğitim ve sağlık alanında yine önemli işler yapıyordu. Bu projeler şöyle özetlenebilir: ücretsiz sağlık kliniği inşaları, okuryazarlığın artırılması için eğitim kampanyası, fakirlere gıda yardımı, konut sahibi olamayanlara yardım, ücretsiz tıbbi bakım, okulu terk etmiş olanlara talep ettikleri takdirde gönüllüler tarafından verilen eğitim, bilim insanı olmak isteyenler için yüksek lisans ve doktora bursları, Venezuela’nın gıda anlamında kendine yeterli olması ve bağımsız olması için gıda programları vd.[viii] Bunların toplumun temel sorunlarına yönelik ilerici bir politika olduğu tartışma götürmez. Bu sırada neoliberalizm dalgası altında inleyen ülkeler ise insanlarından olabildiğince kesinti yapma derdindeydiler.

Maduro Dönemi: Siyasal Adalet’in Çöküşü

Ancak Chavez’in ölümünün ardından işler pek iyi gitmedi. Düşen petrol fiyatları, Maduro’nun Chavez kadar popüler olmaması, artan enflasyon, yoksulluk ve yolsuzluk, Chavez’in muhaliflerle tam zamanında yaptığı anlaşmaları Maduro’nun gerçekleştirememesi, Venezuela elitleri ile ters düşenlerin sayısının artması her ne kadar bu projelere devam etmek istese de Maduro yönetimini dış müdahaleye açık hale getirmişe benziyor. Ayrıca 2015 yılında yapılan parlemento seçimlerinde muhalifler uzun zaman sonra ilk defa çoğunluğu ele geçirdiler. Böylece parlemento ile Başkan Maduro arasında bir zıtlık oluşmuş oldu. İkisi de bir güç savaşı vermeye başladılar. Muhalefet Maduro’nun meşruiyetini kaybettiğini sıklıkla tekrarladı ve buna karşı paralel bir devlet inşaasından bahsedildi.

Öte yandan bu güç mücadelesinde, Venezuela Anayasa Mahkemesi önemli kurumlardan biri. Ancak mahkeme üyeleri çoğunlukla Maduro yanlısı. Bu birçok kez soruna yol açmış durumda. Tüm bu olayları başlatan kararlardan biri 29 Mart 2017’de Anayasa Mahkemesi tarafından alındı. Karara göre, mahkeme meclis üyelerinin dokunulmazlığını kaldırdı. Bu muhalefet tarafından bir darbe olarak görüldü ve muhalefet halkı sokağa davet etti. Mahkeme kararı iki gün sonra iptal etmesine rağmen olaylar giderek büyüdü ve sonuç olarak hem muhalefet hem de Maduro destekçileri arasından 125 kişi hayatını kaybetti.[ix] Paralel devlet inşaasında, muhalefet özellikle Anayasa Mahkemesi’ne karşı alternatif ve paralel bir mahkeme kurulmasını sıklıkla tekrarladı. Böylece muhalefet için önemli bir engel by-pass edilecekti.

Ancak Maduro aynı yolu deneyerek bu süreç içerisinde Kurucu Meclis oluşturulması için referandum kararı aldı. Buna göre, meclisin tüm yetkilerini alacak olan bu kurucu meclis oylamasının ardından (haziran ayında referandumda evet oyu çıkarak Kurucu Meclis kurulmuş oldu) bu meclis yeni bir anayasa hazırlayacak ve ülkeyi içinde bulunduğu sıkıntılı durumdan kurtaracaktı. Muhalefet, bunu Maduro’nun 2018’de bitecek yönetimini devam ettirmek için yaptığını iddia ediyor. Ayrıca meclisin bu kararla by-pass edildiği de ortadadır. Bununla beraber, eski Chavez destekçilerinden biri olan Başsavcı Luisa Ortega son yapılanların anayasaya karşı olduğunu iddia etti ve muhalefetin sembollerinden biri oldu. Ancak bütün olaylar sonunda Ortega Kolombiya’ya kaçmak zorunda kaldı. Burada önemli olan, Chavez’in önemli destekçilerinden biri olan yüksek bir yargıcın, neden muhalefetin yanında bir duruş sergilediği sorusudur. Maduro’nun giderek artan bir şekilde muhalefeti bastırması, denge ve kontrol mekanizmalarının etkisini azaltması karşısında liyakatli hukukçuların böyle bir tepki vermesi bana kalırsa son derece normal.

Bu noktada, meclisin etkisizleştirilmesi, yargının bağımlı kılınması, Anayasa Mahkemesi’nin yandaşlaştırılması veya susturulması, kitlesel protestoları şiddetle bastırma gibi siyasal adaletin yerle yeksan olduğu bir tablo çıkıyor. Bu elbette dünyada popülizm adıyla anılan genel eğilimin bir parçası. Yönetmekte zorlananlar siyasal özgürlükleri kısarak sorunu atlatabileceğini zannediyor. Sol bir yönetim olarak Venezuela da bunun dışında değil. Olaylar şimdilik dinmişe benziyor. Ancak durum şu: Adalet bir bütündür, toplumsal adalet programları ancak siyasal olarak adalet sağlanıyorsa devam eder. Etmediği takdirde Sovyetler rejimi gibi çökme durumuna gelir. Toplumu bir bütün olarak güçlendirmek gerekir. Bu ise, komünler kurarak, toplumun örgütlenmesine izin vererek, basın özgürlüğünü sağlayarak, yargının bağımsızlığını sağlayarak, parlementoları ne olursa olsun güçlü kılarak, tek adam rejimlerine gitmeden ve elbette toplumsal adalet, yani eşit bölüşüm projelerini harekete geçirerek mümkündür. Çok ince bir dengeyle yönetilmeli bir ülke. Denge biraz şaştığında ki Venezuela örneğinde bu dengeyi bozmak isteyecek faktörler oldukça fazla -adalet bir bütün olarak çöküntüye uğruyor. Sonucunda toplumsal baskılar ve acılar yaşanıyor.

Kişisel olarak, Venezuela’nın bundan sağ salim çıkacağına inanıyorum. Dış müdahale için şartlar o kadar da olgun değil çünkü burada müdahale fikri Amerikan dış politikasının ana ekseninin isteklerinden ziyade içeride bin bir muhalefetle uğraşan Trump’ın gündelik politikaları sonucunda meydana geldi. Trump içeride karşılaştığı sorunlardan kaçmak, rahatlamak için uluslararası bir şovenizm gösteriyor. Ancak, Venezuela ile anlaşma sağlanacağını düşünüyorum çünkü bu durum halihazırda Obama döneminde başlamıştı ve Obama’nın atadığı devlet üyelerinin çoğunun burada savaş istemediğini düşünüyorum ama yeni başkan bir kurtarıcı arıyor ve ayağı her seferinde atanmış Amerikalılara takılıyor. Ayrıca ALBA ülkelerinin desteği dışında bölgede Amerikan destekçisi olarak bilinen hükümetler de Trump’ın müdahale söylemleri karşısında bir tavır takındılar. Sonuç olarak onlar da Latin Amerika’da bir müdahalenin Ortadoğu’da olduğu gibi diğer müdahaleler ile devam edip bölgeyi ateşe atacağını biliyorlar.

Sonuç: Sol-Dönüşüm Gündemli Hükümetler

Venezuela’dan çıkarabileceğimiz dersleri toplayabiliriz. Adil bir toplum için hem siyasal alanda hem ekonomik alanda yapılacak dönüşümler önemlidir. Bunlar için ilkeli bir biçimde cesaretle durabilmek gerekiyor. Ancak bu dönüşüm alanlarından biri sekteye uğrarsa diğeri de çözülebiliyor. Chavez dönemi sürdürülen olumlu işler Maduro döneminde bu yüzden olumsuza doğru yol almışa benziyor. Sol popülizm kavramı çok muğlak ve olumsuz bir kavram. Bunlara sol-dönüşüm (socialist transformation) hükümetleri demek bana daha makul geliyor. Yapılan işi ve ilkeyi daha iyi anlatıyor. Dünyanın daha adil bir yer haline gelmesi için, sol-dönüşüm gündemli hükümetlere ihtiyacımız olduğu ortadadır. Ancak sol-dönüşüm hükümetleri adaletin bir parçasından koptuğu takdirde çağımızın genel hastalığı olan popülizme hızla kayabiliyorlar. Bunu engellemek için hâlâ denge ve kontrol mekanizmaları ve ifade özgürlüğü çok değerli kavramlar. Ne olursa olsun insanlığın bu ortak değerlerinden vazgeçmeden eşit bölüşümün yollarını aramaya devam etmeli.



[i] https://venezuelanalysis.com/analysis/12865

[ii] https://www.theguardian.com/world/2002/apr/21/usa.venezuela

[iii] https://www.theguardian.com/world/2002/apr/21/usa.venezuela

[iv] http://policynetwork.org/articles/4130/Venezuela-Chavismo-and-the-populist-left

[v] Guy Standing, Prekarya Bildirgesi Hakların Kısılmasından Yurttaşlığa, (İstanbul: İletişim Yayınları, 2017), s. 107.

[vi] https://venezuelanalysis.com/analysis/12865

[vii] https://venezuelanalysis.com/analysis/12865

[viii] https://en.wikipedia.org/wiki/Bolivarian_missions

[ix] https://www.theguardian.com/world/2017/aug/08/venezuela-un-rights-chief-decries-excessive-force-used-against-protesters