Erinç Seymen in Homo Fragilis’i (Kırılgan İnsan)

Yeni sezon sergilerini görmek için iki hafta önce İstanbul’a geldiğimde Beyoğlu’na uğramayalı neredeyse bir yıl olmuştu. Buranın ne kadar ıssızlaştığına, yozlaştığına, çirkinleştiğine dair şikâyetleri sosyal medyadan takip ediyordum. Dükkânların kapandığını, galerilerin taşındığını, kültürel üretimle ilgisi olanların Beyoğlu'ndan elini eteğini çektiğini okuyordum ama “burada varlığı sonlanan şey her ne ise şehrin ya da ülkenin başka bir yerinde yaşamaya devam ediyordur” diye düşünüyordum. Batılı turistlerin yok denecek kadar azaldığı, asayişin bozulduğu, Beyoğlu’nun sınıf düştüğü söyleniyordu ama iniş çıkışlarla yazılmamış mıydı Beyoğlu’nun tarihi; bu da geçerdi.

Bu düşüncelerle Cihangir’in ara sokaklarından Galatasaray'a doğru yürürken, bir zamanlar önünden her gün geçtiğim ve sahipleriyle ahbaplık ettiğim dükkânların kapandığını görünce içimde baş gösteren kayıp duygusuna hazırlıklı değildim. Öğlenleri oturacak yer bulamadığımız esnaf lokantaları, kafeler, antikacıların bir bölümü, akşamları insanların balık istifi gibi birbirine yapışarak yemek yediği içkili restoranların bir kısmı gitmişti. Başka bir şeye de dönüşmemişlerdi, kepenk indirmişlerdi.

Bu dükkânlardan özellikle birinden bahsetmeden geçemem. Cihangir’den Yeni Çarşı’ya çıkan sokaklardan birinde, vitrininde hareketli ahşap oyuncaklar da olan bir antikacı dükkânı vardı. Dükkânın sahibi Tom Usta, 19. Yüzyıl Osmanlı-Rum geleneğinin devamı olan “Taklaki” (Taklacı) adında hareketli ahşap oyuncaklar yapardı. Taklakiler hem tutundukları yarım dairenin etrafında, hem de kendi etraflarında dönen siyahi bebeklerdi. (Daha sonradan öğrendiğime göre bu bebekler, Osmanlı’nın siyah kölelerini temsil ediyormuş. Önemli bir tarihçimiz “Irkçı oyuncaklar bunlar, asla evime sokmam!” demişti bu oyuncaklar için. Oyuncakların ırkçı çağrışımlarının olabileceği aklıma bile gelmemişti.)

Tom Usta, en güzel taklakileri, en eksantrik antika parçaları vitrinin gerisindeki kendi koleksiyonunda saklardı. Bu koleksiyonda, aynalı bir vitrininin içinde, ileri geri serbestçe hareket eden, minik, tahtadan, karikatürize bir Hitler kafası bulunurdu. Kafanın önünde, arkası dönük, poposu açık bir siyahi bebek olurdu. Hitler kafasına hafifçe vurduğunuzda kafa oynamaya başlar, gide gele öndeki siyahi bebeğin kıçını öperdi. Tom Usta, bunun gibi farklı şekillerde hareketli oyuncakları birleştirip mini bir sirk gösterisi yaratarak müşterilerini de kendini de eğlendirirdi. Aşırı sigara içtiğinden dükkânın içinde zor nefes alınırdı ama kaçakçısından mollasına, çaycısından koleksiyonerine çeşit çeşit insan hem tarihî eser piyasasıyla ilgili son tüyoları almak hem de ustanın kurguladığı gerçeküstü dünyadaki türlü muziplikle neşelenmek için burada soluklanırdı. Bu dükkânın yokluğu yeri doldurulamaz bir kayıptı.

Tom Usta’nın boş dükkânını geride bırakıp Mısır Apartmanı'na vardığımdaysa, izleyicisiyle birlikte Karaköy'e taşınan galerilerin yarattığı boşluk, insansızlık çarptı bu defa beni. Binanın devasa mermer merdivenleri artık sanki daha griydi; kasvetli havanın ağırlığı altında iyice ezilmiş, yere gömülmüşlerdi.

Erinç Seymen
Evhamlı Konak, 2013
Kağıt üzerine mürekkepli kalem
70 x 50 cm

Galeri Zilberman'dan içeri adımımı attığımdaysa tam derin bir nefes alıyordum ki bir yanımda Evhamlı Konak'ı, tam karşımda da Aile Değerleri’ni gördüm. Evhamlı Konak’taki gibi şişmişti içim; dolmuştum taşıyordum. Aile Değerleri’ne ise bakamıyordum; gözlerimi kaçırıyordum resimden. Serginin ismi Homo Fragilis’ti (Kırılgan İnsan), ben henüz başlığın farkında değildim ama ilk dakikadan golü yemiştim! Cihangir’den beri peşimi bırakmayan sızıyla kendi kendime söyleniyordum: “Demek ki (hâlâ) çok kırılgansın Elif”, “Bunları görmeye belki de hazır değilsin”, “İşte! Bu ülke herkesi bu hale getirdi.”

Tesadüfi değildi bu duygular; iç sesim belirli bir kurguya göre tepki veriyordu. Erinç Seymen, daha önce de yaptığı gibi sergiyi izleyicide yaratacağı etkiyi hesaplayarak bir deneyim alanı olarak kurgulamıştı. Bu deneyim alanında, duvar renginden, izleyicinin takip edeceği rotaya kadar her şey en ince ayrıntısına kadar kusursuz bir dikkatle tasarlamıştı. Seymen, sergilediği işler aracılığıyla hayatımızda ters giden bir şeyler olduğunu hissetmemizi sağlıyor ve onlara dikkatlice bakmamızı istiyordu. Ancak ben kırılganlığımın fazlasıyla farkında, gözlerimi açmakta, kendimi kurguya teslim etmekte zorlanıyordum. Etrafa şöyle bir göz atıp Büyücünün Karısı adlı işin önünde durdum.

Erinç Seymen
Büyücünün Karısı, 2016
Kağıt üzerine serigrafi (5 parça)
74 x 53.5 x 4cm (her biri)
Ed. 21 + 2 A.P.

Büyücünün Karısı, film şeridi gibi birbirini takip eden beş fotografik imgeden oluşuyordu. Kameraya bakan büyüleyici güzellikteki kadının gözlerinin önünde bir çift erkek eli ve bir yılan beliriyordu. Ellerden biri, yılanı başının altından kavrayarak boğazını sıkıyor, yılanın zehri havaya fışkırıyordu. Erkek, kadının gözünün önünde, bütün kuvveti ve kudretiyle doğaya egemen oluyordu. Ancak kadının kameraya (bize) bakışı, gözlerinin önünde yaşanan illüzyondan daha kuvvetliydi. Bu bakışın ardında farklı bir biliş, bir “ne yaptığını görüyorum ve buna şaşırmıyorum” ifadesi saklıydı sanki. İşi büyüleyici hale getiren, imgelerin bir araya gelişindeki kendiliğindenlik, bir belirip bir kayboluşlarındaki hafiflik ve kadının bu hipnotize eden bakışıydı.

İmgelerin ardındaki gerçeklerse benim onları algılayış biçimimden oldukça farklıydı.

Katalog yazısından fotoğraftaki kadının Fransız-Amerikalı oyuncu Lili Damita (1904-1994) olduğunu öğrendim. “Sessiz sinema ve erken dönem Hollywood starı olarak bilinen Damita’nın kısa bir kariyeri” olmuştu. Damita, “ünlü oyuncu Errol Flynn ile evliliğinden sonra beyaz perdeye veda” etmişti. Katalogda Damita’nın evliliğe ve kariyere bakışını anlattığı iki farklı açıklamaya yer veriliyordu: “Evlilik bir kariyerdir. Tam zaman ister. Aşık olduğumda, kariyere veda edilmeli” ve “amacım dünyanın en iyi oyuncusu olmak değil, dünyanın en yakışıklı oğluna sahip olmak.”[1]

Kaderin bir cilvesi olsa gerek, Damita’nın çalkantılı evliliği sona ermiş, aktör ve foto-muhabir oğlu Sean Flynn, Vietnam Savaşı’nın genişlemesini belgelemek için gittiği Kamboçya’da kaybolmuştu. Damita bu talihsiz olaydan sonra hayatını inzivada geçirmişti.[2]

Bütün bu bilgiler, işe bakışımızı elbette derinden etkiliyordu. Fazlasıyla tuhaf ve tanıdık bu hikâyeyi, kudretli rahim enerjisiyle etrafını da kendini de bir karadelik gibi emip yok eden bir kadınlık öyküsü olarak okumak mümkündü. İmgedeki yılan, Damita’nın beklenmedik şekilde tepesine çöken fallus-merkezli dünyanın tehlikelerini temsil ediyor olabilirdi. Damita gibi ateşle oynayan yanıyordu bu dünyada. Nesnelikten çıkıp bir kadın-özne olarak erkek egemen dünyanın zirvesine yerleşmek isteyen kadın, bunu kendi ve sevdiklerinin hayatıyla ödüyordu.  

(Ancak ben Damita’nın hikâyesini paranteze alıp işin bende yarattığı ilk etkiyi deneyimlemeye devam etmek istiyorum. Kendimi, erkeğin doğayla giriştiği mücadelenin ötesine, kurgunun dışına, gözlerimizin içine bakan kadınla özdeşleştiriyorum. Benim gördüğüm Sihirbazın Karısı, sihirbazın uşağı ya da illüzyonun parçası/nesnesi değil, kayıtsızlığıyla illüzyonun oyunbozanı.)

Sihirbaz’ın Karısı’nın karşısında Gönülsüz yer alıyordu. Gönülsüz, ayağı kırık, sepet taşıyan biblodan bir figürün tasviriydi. Tasvir, yuvarlak bir tuvalin üstüne, simsiyah bir arka planın içine yerleştirilmişti. Bir ayağı olmamasına rağmen dünyayı sırtlayan bu küçük insanın çilekeşliği bana Âşık Veysel’in bir sözünü anımsatmıştı hemen: “Eğer gözlerim olsa idi ben toprağı göremeyecektim. Toprağın özelliklerini bilmeyecektim.”[3] Âşık Veysel’in duyusal eksikliği, onun algılarını genişletip, ona duyuların ötesinde bir seziş kazandırmıştı. Kırılganlık da bu tür bir eksiklik olabilir miydi? Bu eksiklik bize farklı bir duyuş, farklı bir biliş kazandıran bir armağan olabilir miydi? Cüneyt Çakırlar’ın katalog metninden Homo Fragilis ifadesinin Hıristiyan mistik ve çileci St. Hildegard von Bingen’e kadar uzandığını öğreniyorduk. Bingen, “insanın kırılganlığını … kendisine müjdelenen ilahi bir buyruk olarak” anlatıyordu ve bu buyruk yüzyılların ötesinden bize sesleniyordu:

Erinç Seymen
Gönülsüz, 2017
Tuval üzerine yağlıboya
Ø 85 cm

O homo fragilis, et cinis cineris et putredo putredinis, dic et scribe que vides et audis

(Ah kırılgan insan, külün külü, kirin kiri, gördüğün ve duyduğun şeyleri anlat ve yaz.)”[4]

Hıristiyan kaynaklarda bahsi geçen ve bize oldukça tanıdık gelen Kırılgan İnsan’a bahşedilen neydi? Bahsi geçen anlatma ve yazma eylemi popüler kültürde sıkça karşılaştığımız türden bir bellek meselesi; belleğin korunup ya da ortaya çıkarılıp aktarılması işi değildi. Âşık Veysel’in görmeyen gözlerinin önünde vuku bulan, Heidegger’in Yunancadan devraldığı a-letheia (açılış) kavramıyla kavranabilecek türünden bir oluş: “Her zaman kapalılığı, gizliliği gereksinen”[5], “kendini gizleyişteki gizlenmemişlikti.”[6] Toprak, tüm gizemi, örtülülüğü ve aynı zamanda açıklığıyla gözlerimizin önündeyken Ozan, kırılganlığından meydana gelen derdiyle, örtülü olanın ardındakini sezip aktararak farklı türden bir bilgi üretiyordu. Ozanlık, Kırılgan İnsan’a bahşediliyordu.

Belçika’da bit pazarında bulduğu, kendi deyişiyle “çocuk işçiliğini romantize eden” kırık bir bilboyu” resmederken, Aile Değerleri’nde, baba-anne-çocuk üçgeninin bilinçaltı sırlarını ıstakozlarla örerek karanlık bir burjuva masalına dönüştürürken ya da Sihirbaz’ın Karısı’nda Damita’nın hikâyesinden yola çıkarak erkek egemen dünyayı kadının önünde gerçekleşen bir illüzyon olarak yansıtırken Erinç Seymen bu tür bir ozanlık deneyimini bizlerle paylaşıyor. Gözümüzün önündeki perdeyi kaldırmadan ardındaki hakikatin bilgisini bize sezdiriyor. Biliyor ki hakikat böyle bir kapalılığı gereksiniyor.

Erinç Seymen
Aile Değerleri 1, 2016
Kağıt üzerine mürekkepli kalem
103 x 75.6 x 3.5 cm

Erinç Seymen’in Homo Fragilis (Kırılgan İnsan) isimli sergisini 4. Kasım’a kadar Galeri Zilberman’da gezebilirsiniz. Tom Usta’yı ve taklakilerini ise Çukurcuma’nın Tophane’ye inen aşağı kısmındaki yeni yerlerinde keşfedebilirsiniz.


[1] Cüneyt Çakırlar, “Sağaltmayan Sanat, Erinç Seymen’in bağ-söken zalim iyimserlik manzaraları”, Erinç Seymen: Homo Fragilis (İstanbul: Zilberman Gallery, 2017)

[2] A.g.e.

[3] Murat Arslan, 2017, Aşık Veysel'in 47 yıl önceki röportajından bir kesit (çevrimiçi video)

10 Ekim 1017 tarihinde erişildi, https://www.youtube.com/watch?v=dS79Q-Sv6iA .

[4] Mews’ten aktaran Murat Arslan, “Sağaltmayan Sanat”.

[5] Martin Heidegger, “Sanatın Doğuşu ve Düşüncenin Yolu,” çev. Leyla Baydar, Hasan Ünal Nalbantoğlu, Patikalar: Martin Heidegger ve Modern Çağ, haz. Hasan Ünal Nalbantoğlu (Ankara: İmge Kitabevi Yayınları, 1997), s. 26.

[6]Martin Heidegger, “Sanatın Doğuşu”, s. 27.