“Bazen Suçlu Bazen Günahkâr”: Kaf Dağının Ardında Sergisi Üzerine Sanatçı CANAN ile Söyleşi

 

“Kaf Dağının Ardında” ismiyle izleyiciye rüyamsı bir evren vaat ediyorsunuz. Sizi tanımayan, sergiden haberdar olmayan biri de İstiklal Caddesi’nden geçerken Arter’in vitrininden yansıyan rengârenk ve açıkça masalsı hayvan figürleri sayesinde aynı daveti duyabilir. Bir masal mı anlatmak istediniz?

Bilinçaltında bir yolculuğa çıkardım insanları. Masallar, rüyalar ve mitoloji aracılığıyla hem bireysel hem de kolektif bilinçaltında dolaştım, diyebiliriz. Mitolojilerden ne anladığımı, rüyalar ve masallarla neyi sezdiğimi bir süreç içinde düşünerek, araştırarak geçirdiğim yaklaşık iki yılın sonunda “Kaf Dağının Ardında” sergisi oluştu. Bu sergi bir yolculuk benim için; somut bir önerim yok ama birlikte düşünmeye bir davet var. Benim bilinçaltım, biraz da kolektif bilinçaltı demek –her birimizinki öyle. Dolayısıyla bu sergi, tüm bireysel bilinçaltı vurgusuyla birlikte kolektif bir bilinçaltı vurgusunu da içeriyor. Sergiye gelenler bu nedenle kendilerini serginin içinde hissedebiliyor. İlk günden bugüne, profesyonel izleyicinin dışındaki izleyicinin de benim ürettiğim sanatı anlayabileceğini, anlaması gerektiğini söylüyordum. Bu sergi, farklı yaşlardan ve kesimlerden izleyicide benzer duyguları yarattı diye düşünüyorum. Kolektif bilinçaltındaki yolculuk, bu buluşmanın başlıca nedeni diye düşünüyorum. İşleri üretirken otosansür uygulamamış olmam, serginin bütünüyle bir dışavurum sürecini yansıtması da bu buluşmada etkili olmuştur.

Daha önce de masallar anlattığınızı biliyoruz. Masallara bir noktada müdahale ettiğinizi, masalları yeniden anlattığınızı söyleyebilir miyiz?

“İbretnüma” ya da “Vakvak Ağacı” işlerimde masal dilini kullanmıştım; toplumsal hafızamızda var olanı aktarırken kullandığım bu dili, bilinçaltına sızmak isteğiyle seçmedim; kasıtlı olarak düşünsel bir sürece dayanıyordu o dil. “Kaf Dağının Ardında” sergisinde ise düşünsel süreçleri, somut verileri tamamen bırakarak bilinçaltına baktım. Ne kurgulamış ne de anlamlandırmıştım elimdeki malzemeyi. Galiba ancak belli bir doygunluğa ulaştıktan sonra kavramsallaştırmaya başladım. Yine de bütün işlerime baktığımda söyleyebilirim ki, sadece bir süreç olarak değil, form olarak da masallaştırabiliriz bir şeyleri. Bir tür anlatıcı dili kullandığımı düşünüyorum ben de o anlamda.

İslâm inancında cennetin imkânlarına, güzelliklerine dair tüm vaatler, erkekler için. Cennet tahayyülü daha kapsayıcı olabilir diyorsunuz sanki, izleyiciye…

Aslında cennetin sadece dindeki değil, kolektif bilinçaltındaki algısını da sorguluyorum. Bir cennet kavramı var ki, ulaşılamayacak bir yere işaret etmiyor diye düşünüyorum. Kaf Dağı’na ulaşmak gibi bir şey, cennete ulaşmak… Mümkün yani. İnsanların mutlu olduğu, doğayla barışık yaşadığı bir yer, cennet. İnanışa göre, gündelik yaşamda ulaşılmasının imkânsız olduğuna inandığımız cennete ancak ömrümüzü tamamladığımızda varabiliyoruz. Farklılıklar içermekle birlikte, tüm inançlar o yere gidebilmek için etik ve ahlâki belli kurallara uymak gerektiğini söyler. Oysa bu, insanın içsel yolculuğuna işaret eder. Kendi vicdanı ve ahlâkıyla yol aldığımız bir süreç. Sürekli peşimizde/içimizde olan suçluluk duygusu, iktidar mekanizmalarıyla bize dışarıdan veriliyor. Böyle böyle iyi ve mutlu olma arzusuna, içimizde taşıdığımız cennet fikrine sürekli olarak müdahale ediliyor. Yaklaştığınız iktidar mekanizmasına göre bazen günahkâr, bazen suçlu, bazen yetersiz hissedebilirsiniz.

Bu yolculuğa çıktınız mı?

Çıktım, oradayım!  Bu, içsel bir yolculuk olmakla birlikte ilişkilerle, karşılaşmalarla fark edilen bir şey. Korkularla yüzleştiğimiz cehennem; sorguladığımız anlarda araf; artık biraz iyi, mutlu, güzel hissederek dinlendiğimiz yer cennet ve bu böyle bir döngü… Katlar arasında gidip geliyoruz. 

Bu gidip gelmelerden biri de, sergide yer alan ve ışık kullanımıyla da etkileyici bir yürüyüş ânının resmedildiği “Simurg” işinde anlatılıyor. Kendine varmak, benliğe yürümek bu baş döndürücü yolculuğun esaslarından biri mi?

Bilinçli bir kurgum yoktu. İşleri kurgularken, onları birbiriyle konuştururken, hatta serginin ismini koyarken bile bilinçli, net bir yaklaşımım yoktu. Tüm bu detaylar, zihnimin açılmasıyla belirdi ki hâlâ devam eden bir süreç bu. Kişisel olarak da sayfaların yavaş yavaş, teker teker açıldığı bir süreç oldu bu sergi. 

Niceliksel bir kıyas olsun diye değil ama “Araf” daha kalabalık sanki? Bu da anlamlı galiba… Zihinde daha yoğun yer kaplaması yani arafın? Hatta bu kattaki bazı işler, cehennem sınırında duruyor. Mesela yıllar öncesinin “Şeffaf Karakol”u cehennemlik değil mi?

Her katın bir koruyucu Tanrıçası var. “Araf”ı Şahmaran koruyor. Yeraltında yaşayan bir yılan kadın Şahmaran. Ayrıca şifa vericidir. Sorgulama süreci bu anlamda çok önemli; kendini ne kadar hırpalayacaksın? “Şeffaf Karakol”u 1998’de yaptığımda beni harekete geçiren sebep çok açıktı. Süleyman Demirel karakolları şeffaflaştıracağını söylüyordu. Ama o sırada karakollarda şiddet yaşanıyordu ki bu işi de Manisalı gençlere ithaf etmiştim. Yıllar sonra bu sergi dolayısıyla “Şeffaf Karakola”a tekrar baktığımda ise başka bir şeyi; kendi gölgemle savaşımı gördüm. Kendi sınırlarımı kendimin çizdiği, her birimizin şeffaf sınırlar çizdiğini düşündüğüm için bu sergiye dâhil ettim “Şeffaf Karakol”u. Bilinçaltımla yaptığım bir işe, bugün bilincimle bakıyorum. Her iki yaklaşımı da sahipleniyorum tabii.

“Araf”ın kalabalığı da bu süreçlerle ilgili aslında. Kendini değiştirmek, iyileştirmek, yüzleşme süreçlerinin tamamı “Araf”ta, evet. Toplumsal olarak iyileşmek istiyorsak, bir araya gelmemiz ve birbirimizin acılarını fark etmemiz gerekiyor. Hatta ister buluşalım ister buluşmayalım ama fark edelim; bir fark edişle birçok şey değişebilir çünkü. Kişisel, toplumsal ve küresel anlamda evrimimizi sürdürdüğümüz yer araf.

“Cehhenem” katında karanlık bir odada canavarlar, tuhaf yaratıklar tarafından çevreleniyor izleyici. Bir kâbus sahnesi kurgulanmış. Korkunun en derinindeyken, birden biri ışıkları yakıyor ve sanki “Aslında korkacak bir şey yok, hepsi hayal,” diyor. Işığı anne mi yakıyor?

Hepimiz birçok şeyden korkuyoruz. İnanç kalıplarından ve kavramlarından korkuyoruz; yetersizlikten korkuyoruz; başkalarından korkuyoruz. Birinin “Işığı aç,” demesi gerekiyor. Tam o anda işte, tekrar arafa dönüyoruz. Kim açacak ışığı? O acılı süreci kim, nasıl sonlandıracak? Bir masal anlatıyorum; “Cesaret, korkuya rağmen ilerlemektir yavrum,” diyorum ki dişil bir önermedir bu. Işığı belki kendiniz açacaksınız? “Anne!” diye seslenirsiniz ama anneniz bazen gelmez. Yetişkin olduğunuzda korkunuzla baş başa kalırsınız. Bu nedenle anne ışığı açan değil, ışığı açtıran olmalı diye düşünüyorum. “Korktuğunda git o düğmeye bas, ışığı aç,” demeli anne. Işığı açtığımızda göreceğiz ki bizi korkutan şey, mesela sadece bir yaprağın gölgesiymiş.

*24 Aralık’a kadar devam edecek sergi kapsamında “Kaf Dağı Konuşmaları” başlıklı etkinlik dizisi gerçekleştiriliyor. Detaylı bilgi için Galeri Arter’in web sitesine bakılabilir.