Antigone ile Kabil: İki Ceset

Ulus Baker’in Anısına…

Birinci Ceset: Habil

Kardeş eliyle bir kuzunun, acemi ama aç bir kasabın marifetiyle parçalanmış bir kardeşin cesedi... İlk sahne, “Yasak Ağaç’ın” dalındaki elmanın yenilmesi suçuyla açılmıştı. İkinci sahne, orta yerde çürümeye yüz tutmuş bir cesette yeni bir dehşet düzlemine yükselmiştir.

Kargaların tiz çığlıkları imha değilmiş bir merhametsizliğin ağır havasını bereketlendirmekte. Katil ve Kurban, yani Kardeş ve Kardeş dışında hiç kimse yok, tiz çığlıklı kargalar dışında. –Sonraki cinayetlerdeki kimsesizliğe delalettir bu sessizlik.–

Kimsesizlik imha etmiştir ortalığı; Havva yok, Âdem yok. Kabil’in eşi yok; hani o Habil’i öldürmek için göz koyduğu eşi… Ensestin ebedî suskunluğu çocukları meme gibi susturmuş. –Tüm ensestlerdeki tasarlanmış suskunluğa delalettir bu.– Sanki bir tek eli kanlı Kabil, ceset Habil ve çığlık çığlığa kargalardan müteşekkildir dünya. Rüzgâr da yok, ışık da, ses de yok, koku da… Tüm evren sadece üç bölünmüş şeyden ibaret; katil Kabil, ceset Habil ve çığlık atan kargalar. Hiç kimse ve hiçbir şey, tanık olmak istememekte. Hava ne kadar ağır, şairlerin çok sonra söyleyeceği üzere; kurşun gibi. Yanlış kurgulanan bir hayatın eşiği çoktan geçilmiş. Sürgün ve cinayet. Birinci ve ikinci perde.

Seyretmek için yarattığı bir dünyanın daha ilk ânında cinayete bulanmasının hayal kırıklığıyla, kendisine dönecek bir isyanı ve şüpheyi bertaraf etmenin telaşıyla Tanrı seslenir: Bir karga bile ölüsünü gömerken, sen kardeşinin cesedini toprağın üstünde çürümeye bıraktın. Tüm âlemi, canlıları, cansızları, hayvanları ve insanları, zamanı ve mekânı, belirlenmiş yazgılarıyla yaratmış bir Tanrı olarak değil, yoldan geçerken toprak üstünde çürümeye yüz tutmuş bir cesedi gören bir yolcu gibi konuşur. Tanrı, Habil’in cesedi karşısında, Tanrılığından azadedir. Nasıl olmasın ki? Tanrı gibi davranır ve konuşursa, Katil Kabil, “Yazgımın zembereğini kuran sen değil misin?” diye sormayacak mıdır? Tanrı bir cesedin karşısında ya Tanrılığından azade olacak ya da cinayetin azmettiricisi olacaktır. Tanrı’nın önünde “Hmm Hmm” yoktur, “Ya, Ya” vardır.

Bereketli bir merhametle “Karga bile” diyerek, bir Tanrı gibi değil, insan gibi konuşmaktadır. Yoksa sadece Katil Kabil değil, karga da tıpkı Azel gibi; “Bu mudur benden üstün diye yarattığın mahlûkat?” diyerek isyana meyledecektir. Azel, Havva, Kabil… Daha başlangıçta bu kadar isyana bir de kargaların isyanı çok fazladır, Tanrı için bile. Hele zevkle ve övünerek, seyretmek için yarattığı bir dünya ütopyası için. O bir yolcudur, oradan geçerken olan bitenin bir parçasına şahit olmuş bir yolcu. Allah yolunda ilk şahit. Ya şahit olacaktır ya tasarlayıcı. Cinayete ilişkin tek bir soruşturması yoktur. İki kardeşi rekabete sevk eden buyruğunu yok saymaktadır. Havva, Âdem, Habil ile Kabil’in eş ve çocukları, saklandıkları yerden Tanrı’yı izlemektedirler: Çok sonra komşuları katledilirken perdeyi aralayıp “iyi ama bu dehşet” diyebileceklerin ilk hali gibi…

Habil’in cesedi, tüm bunlara rağmen bir trajedi öznesi değildir; en kurgusal trajediden bile trajik içeriğine rağmen.

Trajedi olabilmesi için, Kabil’in ve kargaların konuşması, Âdem, Havva, Kabil ile Habil’in eş ve çocuklarının cesedin etrafında toplaşıp, çocuk, eş, kardeş, baba ve amca olan cesede ağıt yakıp onu gömmeleri gerekirdi. Habil, sadece ilk cinayet, ilk ensest, ilk mezarsız değil, ilk Anti-Trajedi’nin kahramanıdır. Trajedinin yok hükmüdür. Kusursuz bir Tanrının kusursuz cinayetidir. Tüm kusursuz erk ve cinayetlerinin prototipidir. Ve o ceset halen gömülmemiş halde çürümeye devam etmektedir. Gömülmesinin tek imkânı trajediden bir mezardır. Tanrı şahittir ki bu imkânsızdır!

İkinci Ceset: Polyneikes

Doğu Âlemi’nin anti-trajedisiyle Batı Âlemi’nin trajik tarihinin öznesi kadındır: Havva, Hera, Afrodit ve Antigone. Bu, tarih açısından olmasa bile zaman açısından adildir. Trajedi en nihayetinde Kurban’ın ağıtsal hikâyesidir. Zamandan tarihe evrilirken kurban-öznenin kadın olmasından daha vahşi bir hakikat olabilir mi? Zaman, tarihin tüm kurgusal iftiralarına rağmen, kaybedenin anısına bağlıdır.

Homeros mitolojik çağın tragedyacısı ise Sophokles “Felsefe Çağı”nın tragedyacısıdır. Hesiodos iki büyük yazarın arasında mit ile dinin sentezini ifade eder. Ulus Baker, Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi’nin 8. cildindeki “Yunan Dünyasının Mitolojik İnşası” metninde, bu kopuş ve sürekliliklerin, dramatik geçişenliklerin tesadüfî, bilinçli ve zorunlu hallerini açımlar: Yunan tragedyasının tartışılmaz ‘dinsel/mitolojik’ kökeninin ötesinde bir “başlangıcı” yoktur. Mitolojinin içinde devinir: Levi-Struss’un önerdiği araştırma biçiminin gerektirdiği biçimde mitoloji “tek bir değişkesinden” okunamaz, yorumlanamaz ve anlaşılamaz. Mitos, değişkelerinin tümüdür; ancak tragedya kendi içinde özel ve bilinçli olarak inşa edilmiş bir “birlik” taşır: sahne birliği, konu birliği ve hareket birliği. Genellikle tek bir mitos değişkesini temsil eder; doğal yapısına dramatik bir gömlek giydirir. “Tesadüflerin”, “uzlaşmazlıklarla dolu”, çeşitlemelere açık ve düz anlamlandırılması zor “dionisyak” dağınıklığın hâkim olduğu mitologya ile tragedyayı karşılaştıran da, onun “değişkeyi” temel alan, dramatize eden yapısıdır. Üç büyük tradegyacı, Aeskhylos, Sophokles ve Euripides sapına kadar Atinalıdır. Retorikten ve diğer söz sanatlarından, felsefi-politik söylemden nasiplerini bolca almışlar, inandırma ve kandırma sanatını en uç noktalarına kadar ilerletmişlerdir. Mitologya’da birliktelikleri, “toplamları” içinde “özgürlük” olarak beliren değişke, tragedya sahnesinde “kısıtlılığın” ta kendisi olarak, “zorunluluk” ve “kader” imajlarıyla birlikte belirir, üstelik bu beliriş “doğal” niteliğini korur.[1] Öykünme, mitologya anlatısı ile yetişmiş halkın karşısında bildiği değişkeyi bambaşka bir kılıkla sorunlaştırarak sunar. “Katharsis”, ağlayan ve gülen yüzlerin “maske” olduğunun bilinmesinden doğar. Heraklitos’un “ağlarken”, Demokritos’un “gülerken” aynı görüntüyü verdikleri bilinir. Sevgili Ulus Baker Xoca, aynı metinde Rene Girard’ın “geçişkenliklerdeki” kardeş kavgalarına atıfta bulunur. Girard “kurban vermeyi” (en azından tüm kurbanlar adına ve yerine kurban olan İsa’ya kadar) “kurban meselesini” vahşi ama zorunlu bir “Katharsis” bağlamına oturtur. Yunan zekâsı ve vicdanı, keçinin koro eşliğinde kurban edilmesinin toplumsal taklidine karşı, tragedyayla bir karşı cephe inşa eder. Tragedya inşaları “Egemen-Kurban” diyalektiğinin gayrimeşruluğu hakkında at sineğinden bile etkili bir dehşet dili gösterisiyle uyaracak ve eğitecektir.

Tragedya’daki belirsiz ve anlam, Tanrı’dan kral’a, çobandan çocuğa, her türlü vahşi alçaklığın, seyirciyi de ortak kılan düzeneklerin koşullarını ifşa eder. Tanrı’nın temsili kral çıplak ve katildir! Öyleyse?

Platon’un tragedya ve komediye iştahlı saldırısı, onun “idealar dünyasının” “Değişmez-Mutlak İyi Tanrı’sının” radikal korunmasıdır. Platon, demokrasiyi asıl var edenin, onu bir çınarın kökleri gibi besleyenin tragedya ve komedya olduğunu biliyordu. Şairlerden nefreti, köke ilişkin duyduğu kaygıdan besleniyordu.

Sevgili Ulus Baker Xoca’nın aynı metninden devam edelim:

“Kent toplumunun yerleşmesinden, oturmasından sonra Tanrıların mülke ‘sahip’ oldukları inancı yerleşmeye başlar. Bu ‘‘uzak’ geçmişe’ ait mülkleştirme, sahiplenmedir. Altın Çağlar adı verilen, ‘insanların’ kendi ayakları üzerinde durmaya, erdemsizlik olmadığından erdem sorunlarıyla, siyaset sorunlarıyla uğraşmaya pek vakit bulamadıkları, yiyip içip yattıkları bir dünyanın aidiyetidir. Tanrılarla insanlar arasındaki ilişkiler, bu sayede ‘topraktan geçer’: Yunan mitolojisi ‘topraktan olma halklar, ‘spartoi’ üzerine geçiş bir edebiyata sahiptir: Sonuçta ‘polis’ de ‘toprağa sahip olan’ Tanrı’nın özvarlığının yerleştiği mekândır. ‘Topraktan gelme’ ile aile/din/soydan gelme karşıtlığı, mitlerin temel sorunsallarından birini oluşturmaktadır. Rene Girard’ın gösterdiği gibi, Yunan kent toplumunun olgunlaşması sürecinde ara safhalar, yani ‘Kardeş Kavgaları’, aile kültürüne aşırı bağımlılık ya da kardeş sevgisi gibi, olumlu ya da olumsuz pek çok tema Oedipus’tan Antigone’ye, ‘Theogonia’dan Eteokles ile Polyneikes’in kavgasına kadar pek çok mitin ve trajik (bilince sunulmuş) değişkelerinin merkezinde yer almaktadır.”

Yeniden İkinci Ceset: Polyneikes

Kral Oedipus’un yasal varisleri olan iki kardeş, Eteokles ve Polyneikes, Thebai Savaşı sırasında surların dibinde giriştikleri çatışmada birbirilerini öldürürler. Eteokles yurdunu savunmakta, Polyneikes ise hakkını ararken Thebai’nin düşmanlarından yardım almaktadır. Bu yüzden o bir haindir.

İki kardeş de öldüğüne göre, taht amcaları Kreon’a kalır. Kreon tahta geçer geçmez tüm iktidar adamları gibi kendi tepesine tırmanmaya başlar. Trajedinin ilk gongu vurur; bir ülkenin kaderi bir kişiye yüklendiğinde, o koca ülke bir kişinin küçüklüğünün uçurumuna doğru adım adım yuvarlanmaya başlar. Bir kral, sadece dar görüşlü olduğu için değil, koca bir ülke kendisiyle orantısızlık arz ettiği için, zaten dar bir görüşün pençesindedir.

Kral Kreon, Polyneikes’in ayaklanması üzerine sarsılan devlet otoritesini yeniden kurmak, çatışma ve anlaşmazlıkların hırpaladığı halkını yerleşik düzene davet için yurtsever Eteokles’e cenaze töreni yapılmasını buyurur. Polyneikes’in cesedini ise hayvanların parçalamasına terk eder. Kim bu buyruğa aykırı davranırsa ölümle cezalandırılacaktır.

Buraya kadar hiç de aykırı bir durum gözükmemektedir. Habil ve Kabil’den farklı olarak haksız yere kardeş katli yoktur. Cesedi mezarsız kalacak olan masum Habil’in muadili Eteokles değil, hain ve asi Polyneikes’tir. Sophokles’in trajik dehası işlemeye başlar: Eteokles ve Polyneikes’in kız kardeşlerinden Antigone, Kral Kreon’un buyruğunun duyunca, sabaha kadar düşünür ve gecenin sonunda, yitirdiği onurunu Polyneikes’e geri kazandırmaya karar verir. Hem imanı hem de kardeş sevgisi bunu gerektirir. Kral Kreon’un yasağına karşı o, Polyneikes’i gömecektir. Bu eyleminin bedelinin ölüm olduğunun bilincindedir: “Bu büyük suçtan sonra” böylesi bir ölüm ona “güzel” gözükecektir. Bir ceset, hele bir kardeşin cesedi asla ortalıkta bırakılamaz. Bu, tragedyanın insanda belirgin kıldığı bilinç ve duygunun en parıltılı yükseltisidir. İlyada’da Hektor’u katleden Aşil, cesedini arabaya bağlayıp Hektor’u Truva’nın surlarının önünde yerlerde sürüklediğinde, sema çöker tüm Troyalıların içinde. Aşil, Hektor’un cesedini bu aşağılanmanın ardından alıp götürür. Troya’nın yaşlı bilge Kral’ı geceleyin Yunan Ordusu’nun karargâhına gider. Aşil’in önünde bir Kral’ın, ülkenin, ulusun gururunun hiçe sayarak eğilir ve bir baba olarak, oğlunun onurlu bir cenaze töreni için yalvarır. Bir krallık, ülke, gömülmemiş bir oğlun yanında nedir ki?

Antigone, imanının coşkusuyla, soylu eylemine kız kardeşi İsmene’yi ortak etmek ister. İsmene “çılgınlık” olarak gördüğü bu teklifi reddeder. İsmene’ye göre Kral’ın buyruğuna karşı gelmek dünyanın düzenine karşı gelmekle eşdeğer bir günah ve suçtur. Antigone’u vazgeçirmeye çalışır. İsmene’nin tavrı Autigone’u daha kararlı hale getirir. André Bonnard’ın belirttiği gibi Sophokles’te kişiler, giriştikleri ya da reddettikleri eylemler konusundaki kararlarını açıklayarak birbirilerini tanırlar. Hamlet hakkında esas kanımızı oluşturan, eylem öncesinde başını ellerinin arasına alması değil, olmaya karar verdiği eylemli halidir.

Antigone, İsmene’nin onu vazgeçirmeye dönük tekliflerini reddeder. İsmene, Antigone’nin gözünde küçülür. Antigone harekete geçerek, askerlerin etrafını sardığı kardeşinin cesedine doğru hamle yapacakken bir asker tarafından fark edilir ve tutuklanarak Kral’ın karşısına çıkarılır.

Sophokles iki sert karakterin bir ceset üzerindeki katı tavırlarını karşı karşıya getirir. İkisi de ceset konusunda her şeyi feda etmeye hazırdır. Bir tarafta felsefeye “Antagonist Çelişki” (Uzlaşmaz Çelişki) olarak sirayet edecek Antigone ve onun “yazılı olmayan üstün yasaları”, diğer yandan Tanrı adına ülkesini ve halkını korumaya, yasaları uygulamaya ant içmiş bir Kral Kreon…

Antigone’un kararlı tavrı Kral’ın maskesini düşürür. Kral’ın koruduğu, kendisine mecbur bıraktığı ülkedir. Tüm liderlerin “uğruna” maskesi altında sakladığı o despot yüz seyircilere görünmeye başlar. Antigone kararında ısrar ettikçe Kral daha da canavarlaşır: Kral, Antigone’u ölüme mahkûm ettiğini haykırır. Hızını alamaz, sarayda şaşkın şaşkın dolaşan İsmene’yi de aynı cezaya çarptırır. Sophokles, bir despotun birini katletmesi için suçun gerekli olmadığını daha o zaman bizlere göstermektedir. İktidarın öldürmek için bir nedene ihtiyacı yoktur. İktidarın kendisi bir nedenler denizidir.

İsmene hem koronun hem de seyircilerin şaşıracağı bir tepki verir: Antigone ile birlikte öleceği için bu karara gönülden razı olur. İsmene bu kez Antigone’a ölümünü paylaşması için yalvarır. Ancak Antigone öneriyi kırıcı bir biçimde reddeder. Antigone’a göre İsmene önceki tavrından dolayı bu onuru hak etmemektedir.

İsmene’nin kız kardeşiyle kardeşinin cesedi uğruna ölüme gösterdiği sevecen rıza, trajedinin bu en vahşi ânında, nedeni tam olarak izah edilemeyen bir iyimser rüzgâr yaratır. Sonra sahnede Haimon belirir, babası olan Kral’ın huzuruna çıkarak genç kızın affını ister. Haimon, Antigone’u sevmektedir. Nişanlıdırlar. Ama Haimon af dileğini aşkından değil, adaletten hareketle dile getirir. Kanlı bir iktidar yerine adil bir yönetim için Antigone’nin bağışlanmasında diretir.

İsmene’nin ilk tavrı nasıl ki Antigone’u bilemişse, Haimon’un dileği de Kral Kreon’u kararında bilemiştir. Her engel hem Autigone’u hem de Kral Kreon’u daha da kararlı kılmaktadır. İkisi de kendi kararlarında tutkulu bir derinliğe, sarsılmaz bir imana sahiptir. Hiç kimse bu iki karakteri yollarından döndürecek kudreti gösteremez!

Antigone’u durdurabilecek tek kişi Kral Kreon, Kral Kreon’u durdurabilecek tek kişi Antigone’dur.

Haimon’un teklifinden sonra Kral Kreon, ölüm cezasına acımasız bir işkence cezası da ekler: Antigone diri diri bir mağaraya gömülecektir.

Uzlaşmaz Antigone, bir kardeş sevgisinin herkesi ikna eden merhametiyle hissedilmeye başlanır. Seyirci Antigone’u tavrındaki sertlikten değil, eylemindeki soylu sevgi üzerinden algılarken, Kral Kreon’un sertliğinin demirden özünün altında her sahnede biraz daha ezilmeye başlar.

“İnsanlar, birbirine karşıt tutkularının çarpışması yüzünden Antigone’un ilk zanaatçısı olduğu bir yazgı çarkı, bir kader inşa ettiler. İstenerek çizilen bir kader içinde kadın kahramanın özgürlüğü yazgı olarak kendini gösterir. İnsan olarak, hazırlanan bu kader yüzünden, Antigone yitip gitmiştir.”

Peki Kabil’in cinayetini izler ve engellemek için hiçbir şey yapmazken sadece cesedi orta yerde bıraktığı için bir şahit gibi konuşan Tanrı, Antigone katledilirken ne yapıyordur?

Antigone’nin Trajedisi’nde Tanrı’nın sesini Teiresias duyurur seyirciye: Ama Tanrı ya da Tanrıların sesinin ve bu sesin ne içerdiğini bilebilecek tek kişi Kral Kreon’dur. Kreon oku fırlatmıştır, yay için söylenecek her söz beyindedir. Her şey için artık çok geçtir. Garip bir şekilde, Tanrıların sesi duyulsa bile, sanki yine kargalara benzer bir merhamet imgesini kullanacak hissi vardır.

Bir an Tanrının iyi niyetli olduğunu ve Antigone’u kurtarmak istediğini varsayalım. Ne yazık ki, o an geçmiştir. Tanrı zamanın dışına atılmıştır. Antigone için zaman “çok geçtir”. Çarkı kırılmıştır zembereğin ve zaman, çarkı kırılmış zemberekten, topraktaki magma gibi dehşetle fışkırmaktadır: Zamanın döngüsü kırıldığında, evren tüm geometrisini kaybeder: Ve tüm bunlar bir ceset için, bir ceset uğrunadır. Sadece bir ceset, bir ölü. Bütün evren, bir sahnede, sadece bir ceset için yerle bir olacak, Sophokles’in tragedyasında Antigone’un imanı ve eylemi, kardeşin cesedi için, tıpkı bir kara delik gibi evreni kaosa bulayacaktır. Ve tam da böyle yaptığı için, seyircide, dünyanın en ılımlı, en sevecen, en merhametli, en sakin, en evcilleştirici karakteri olarak belirecektir. Hiç kimse bu dehşetten dolayı Antigone’a kızmayacak, küsmeyecek ve ondan yüz çevirmeyecektir.

Adı belirsiz haberci Antigone’un öldüğünü duyurur. Haimon’un Kreon’a kalkan kılıcının kendisine döndüğünü ve kendini asmış kızın yüzüne serpilen kendi yüreğinin kanını anlatır. “Bu yalnız vahşi bir felaket değil, üstümüze çullanan ve bizi boğan bir dehşettir,” diyen André Bonnard, bizi Yunan trajedisindeki kesif dehşet konusunda uyarma gereği duyar.

Kreon şimdi oğlunun vücudunu kollarında taşıyarak, yerlerde sürükleyerek döner. Acısını haykırmaktadır; bağıra çağıra cinayeti anlatır. Arkasında bir kapı açılır: Bir başka ceset adını ünler, bir başka cinayet sırtına gözlerini diker. Karısı, Haimon’un anası Eurydike, onun hatası yüzünden kendini öldürmüştür. Kreon, kendisini suçlayan ve cezalandıran iki ceset arasında artık ancak acınacak bir yaratık, yanılmış olan ve hıçkıra hıçkıra ağlayan bir insandır. Sevdiği ve öldürdüğü kimselerin varlıklarının yerini almış olan ölüme yalvarır; ne olur, o kendisini de alsın diye! Ölüm cevap vermez.

Gözlerimizin önündeki dünyanın artık ancak kan ve gözyaşına kesildiği bu anda, şairin içimizde yaşattığı insan figürleri çemberinin artık yalnızca bir şaşkın hayaletler çemberi olduğu bu anda içimizi tuhaf bir sevinç doldurur. Antigone içimizde diri ve sevinç içindedir. Antigone, apaçık ve yakıcı gerçektir.

Seyirci bu vahşi tabloda yine de Kreon’a hiçbir şey yapamaz. Onu cezalandıramayız, Haimon’un cesedi, diz çökmüş Baba’yı korumaktadır.

Bir ölü için başlayan tragedya, ardında yeni ölüler ve yoğunlaşmış bir yaşam sevinci bırakarak son bulur.

Antigone; tutkuludur, imanlıdır, yalnızdır. Tüm büyük ruhların kaçınılmaz yazgısı olan yalnızlık, onu çoğaltır. Yok olarak, kazanmıştır.

Kral Kreon, bir fanatiktir ve tüm fanatikler gibi kumarbazdır. Büyük oynamış, büyük kaybetmiştir. Varlığını koruyarak, yokluğunu kesin kılmıştır.

Yeniden Birinci Ceset: Habil ve Havva

Havva niye oğlunun cesedi için hiçbir şey yapmaz? Havva nerededir ki oğluna bir cenaze töreni ve bir mezar için, tek bir söz ve eylemi duyulmaz ve görülmez.

Korkak mıdır Havva?

Merhametsiz ve imansız mı?

Allah’ın birinci tanıklığından biliyoruz ki, Havva “Bu elmayı kim yedi?” diye soran Allah’a “Ben,” diyen ilk eylem ve sözün sahibidir. Bu da demek oluyor ki, Havva’nın korkak olması pek olası değil...

Kalıyor ikinci ihtimal. Bir an Havva’nın merhametsiz ve imansız olduğunu varsayalım. Bir kadının çocuğunun cesedini kurda kuşa yem etmemesi için, imanlı ve merhametli olmasına gerek yoktur. Anne ve kadın olması yeterlidir. Demek ki, suskunluğun nedeni bu da olamaz.

Cevap, tıpkı Havva gibi belirsizdir.

Havva sadece sessiz kalmamıştır. Çekip gitmiş ve sırra kadem basmıştır.

Havva’nın suskunluğu ve gidişi, bizim anti-trajedimizin köküdür; tüm geleceğimizi kuşatmış kök.

Havva cesede yönelseydi, kargaları Kabil’e gösteren Tanrıya ne diyecekti?

Sormadan gitti Havva.

Ve Habil’in cesedi tüm cinayet yazgısıyla orta yerdedir. Mezarsız tüm çocuklarımızın, kardeşlerimizin, yoldaşlarımızın anti-trajedisinin sırrı bu sessizlik ve gidiştedir.

Dönmesini bekliyoruz.

Güzel ve Namuslu/Gururlu ve Asil Ölülerimiz için, bekliyoruz.



[1] Kant’ın büyük devrimlerinden biri, belireni (fenomen), öz ve görünüş düzleminden belirir ve anlam düzlemine çıkarmasıdır. “Artık görünüşün altında öz yoktur, belirenin anlamı ya da anlamsızlığı vardır.” Hem fenomende hem de numende arayacağımız “bunun gerisinde ne vardır?” değil, bu şeyler hangi koşullarda belirir ya da belirmelidir. Tragedyayla seyirci arasındaki “beliriş ve anlam”ın süreç ve düzlemi budur.