Neşeli Günler (1978-2018)

Bir film için kurgulanan hikâyelerden halk kahramanları çıkarmak, dahası “filim icabı” demeden bu kahramanlara karşı nostalji geliştirmek doğrusu ilginç bir durumdur. Yalnız filmi bu kahramanlar aracılığı ile tarihî bir gerçekmişçesine sahiplenip toplumsal hafızaya kazımak, üstüne bir de nostaljisini yaşamak doğrusu her kültüre nasip olmaz. Nostalji bu sefer bizimle ne tür oyunlar oynuyor, bir bakalım.

1965 yılının en sevilen Hollywood filmlerinden biri olan Müziğin Sesi[1] ülkemize iki yıl sonra gelir. İlgisiz ad takmakta usta Yeşilçam, filmin adını Neşeli Günler’e çevirdiğinde çok yadırganmaz; hatta annesiz büyüyen çocukların güzel sesli mürebbiyesi ile yaşanan aşk teması oldukça çok sevilir ve tekrar edilir.[2] On yıl kadar sonra Yeşilçam bu yazının konusu olan aynı isimli bir filmi tekrar ortaya çıkarınca da kimse yadırgamaz. Bizim Neşeli Günler’de zamanın seks filmleri furyasından daralmış sinema izleyicisinin özlediği değerli oyuncular Sadık Şendil’in güzel bir senaryosunda bir aradalardır: Münir Özkul, Adile Naşit, Şener Şen ve ismini duyduğumuzda içimizi ısıtan daha niceleri.[3] Bir turşu tarifi için yapılan kavganın ortaya çıkardığı inatlaşmanın tatlılığı, fedakârlığın, sevginin, dürüstlüğün, sadakatin saf hali film icabı demeden izlenir, samimiyetine inanılır ve daha önce aynı isimle çıkan filmden daha çok sevilir.

Amerikalı Neşeli Günler’le, 1978’de çevrilmiş bizimkisi arasında önemli bir fark var: İlki sinema tarihinde hoş bir sadâ olarak kalsa da bizimkisinin anılmadığı gün dahi geçmez. Hatta ülkenin şen bir zamanının da neredeyse simgesidir; ütopyasıdır. Neşeli Günler ikonografisi o kadar güçlüdür ki, o dönemde bizi mutlu eden diğer Oh Olsun, Hababam Sınıfı, Mavi Boncuk gibi filmlerle, oyuncuları, hatta konuları da karışır. Örneğin bazen Tarık Akan ya da Halit Akçatepe gibi sevdiğimiz diğer değerli oyuncuların da filmde olduğu sanılır ya da Adile Naşit’in başka bir filmdeki görüntüsü kullanıldığında sanki hepsine işaret eder. Dahası Neşeli Günler’in Kazım Efendisi ile –karakter ya da rol arkadaşları benzer olduğundan belki– Gülen Gözler’in patrona isyan eden dürüst ve cesur Yaşar Usta’sı birbirine karıştırılır. Ama aynı Hababam Sınıfı anıldığında ne Rıfat Ilgaz’ın ne de senaryosunu birlikte yazdığı Umur Bugay’ın isimlerinin anıldığı zamanlarda olduğu gibi, bunu kimse fark etmez.

Nostalji işte bu denli kurnazdır: Kurgu olduğunu unutturur ki, gerçekmişçesine daha çok sahiplenelim. Sonuçta “o güzel yetmişler” ve “o güzel insanlar” nostaljilerinin altına ne konulabilirse konulur: “Yetmişlerdeki güzel ülkemiz, nerede o güzel insanlar” temaları her geçtiğinde, o filmlere ve karakterlerine atıf yapılır; sosyal medyada filmlerin resimleri, videoları paylaşılır. Nostaljik kapaklı dergiler daha çok satar. Acaba tüm bunlar o dönemi az biraz bilenlerin bile kafasını karıştırıp hiç mi tarih okutmaz?

***

Neşeli Günler filminin çekildiği tarihte, yani 1978’de ülke ne haldeymiş –öyle derin arşiv taramalarına girmeden– internetten hızlıca bir bakalım. Yılın ilk yarısı çok parlak değil. Örneğin 16 Mart’ta İstanbul Üniversitesi, 7 “solcu” öğrencinin öldürülmesi üzerine, süresiz kapatılmış. Nisanda Malatya’daki “sağcı” Belediye Başkanı Hamit Fendoğlu’nun gelini ve iki torunu ile birlikte öldürülmesi üzerine, Alevi-Sünni, solcu-sağcı çatışmaları başlamış, 700 işyeri tahrip edilmiş. Şehir üç günde harabeye dönmüş.

Tabii ki ülkede başka olaylar da olmuş. Örneğin, nisan ayında o yıllarda herkes tarafından şimdiki milli maçlardan çok daha büyük bir heyecanla beklenen Eurovision Şarkı Yarışması’ndaki hezimet: Televizyon başında takip edilen, halkoylamasının milli bir etkinlik haline dönüştüğü o yılın yarışmasında alabildiğimiz sadece iki puanla gururumuz yine kırılmış. Oysa o yılki yarışmaya, 1975’te puan alınamadan düşülen sonunculuğun acısı henüz atlatılamadığı için, ne halk jürileri, ne oylamalarla hazırlanılmıştır; ancak sonuç yine hüsrandır.[4] Tüm olan biten o haksızlık, yabancılar tarafından sevilmediğimizin ve makûs yalnızlığımızın yine bir kanıtıdır. Biri çıkıp 2018’de o yarışmanın pek o kadar önemsenmeyeceğini söylese, kimse inanmaz.

Mayıs ayı da ne yazık ki pek iyi bir haberle başlamamış: Ankara’da 19 Mayıs kutlamalarında kız öğrencilerin kıyafetlerinden dolayı aleyhte tezahürat yapılmış. İstanbul’da tribünlerin önünde bomba patlatılmış. Hatta Antakya’da kız öğrencilere saldırılmış ve elbiseleri yırtılmış. Temmuz gazeteleri de pek iç açıcı haberlerle dolu değil. Sağ-sol çatışması, ölümler yine yılın ilk yarısı gibi sıradan olaylardan. 9 Ağustos 1978’de devrin Başbakanı Ecevit açıklama yapmış, zamanın sağcı Tercüman gazetesi manşete taşımış: “İstanbul’da ölü sayısı geçen yıla göre azaldı”. Toplam ölü sayısı bir günde en az 5-10. Her gazetede “ölü sayısı” diye tutulan bir çetele var ki sanki artık kimse yadırgamıyor ve bu neredeyse her gün artıyor. Ataş rafinerisindeki faaliyetler de durmuş; bazen metrelerce uzayan benzin kuyruklarında bekleyenlere kötü haber. Tüp ve yağ karaborsası zamanın sıradan olaylarından, sigaranınkinden hiç söz etmeyelim.[5] Yokluklar artıyor, ekonomik kriz derinleşiyor.

Yılın ilk yarısında beklediğimiz o neşeli günleri pek bulamadık. Eylüle uzanmamakla da iyi yapmışız. Ay başına rastlayan bayram arifesindeki çatışmalarda ölü sayısının yirmiye yükseldiğini, yaralı sayısının 236 olduğunu yazıyor gazeteler. Hürriyet’in manşet attığı kadar var: “Sağ kalmak zorlaştı”. Ekimde ise Bahçelievler Katliamı oluyor: 7 solcu genç kurşuna dizilmiş. Hani Abdullah Çatlı ve Haluk Kırcı’nın da faillerinden olduğu katliam.

Bu arada dört Amerikan üssünün açıldığı haberi alt sıralarda yer almış; o yıl zaten tesadüf bu ya, Amerika üç yıldır süren silah ambargosunu da kaldırmış. Kasımda hiç durmayalım tatsız bir aymış, ne neşe ne de bir şey. Aralık’a geçelim, geçmez olaydık, yılı daha da kanlı, ülke tarihinin en acı olaylarından biri ile bitirmişiz: Maraş Katliamı. Cumhuriyet gazetesinin sürmanşeti: Demirel “Bana sağcılar cinayet işliyor dedirtemezsiniz”. Alevilerin hedef alındığı saldırılarda, 25 Aralık itibarıyla ölü sayısı 77, 1.000’e yakın da yaralı var. 3 bin kişi garnizona sığınmış, evleri yıkılanlar çadırlara sevk ediliyor. Ölü sayısı 105’i bulacak. Deprem olmamış, insan avı yapılmış, toplu kıyım olmuş. 1978’de ülke tüm yılı 1.200’ün üstünde bir ölü sayısı ile kapamış.

1979’da ise, henüz bir öncekinin yaraları sarılmamışken, çok daha kanlı bir darbenin hazırlıklarının ekmeğine yağ süren, “anarşinin” ve ekonomik sorunların katbekat arttığı bir yıl gelecektir.

***

Sonuçta anlaşılan bu 1978 neşeli olmasını bir kenara bırakalım, pek o kadar muteber bir yıl bile değilmiş.[6] Tüm bu acı haberler o kanlı devri yaşayanların ruhsal durumunu kestirmemize belki yarayabilir. Yokluklar, çatışmalar, ölümler... Anlaşılan ülkede o kadar da şen şakrak bir hava yokmuş. Dönemin neşesini özlemek pek mümkün değil. Bugün de benzer acı olaylar yaşanmıyor mu? Yaşanıyor. Zaten bu yazının amacı da yaşadığımız devrin acılarını azımsamak ya da bir karşılaştırma yapmak değil; o günlerin nostaljisinin, neşeli günlerine duyulan özlemin pek de yerinde olmadığını göstermek.

Şimdi “Aman canım, biz nasıl anımsayacağız o kadar yıl öncesini?” diye soranlar olabilir. Haklılar, kırk yıl az bir zaman değil ki! O dönemin nostaljisi ile bugün gazetelere, dergilere yazı döşenenler ya da sosyal medyada “paylaşım yapanlar”ın bir kısmı belki o sırada doğmamıştı bile, televizyonda izlediği kadarıyla biliyor o yılları. Televizyonda da dönemin acımasız cinayetlerini ve katliamlarını izlemeyi sevmez ki hiç kimse! Günlük derdimizin üstüne dert katmanın ne âlemi var! Kâgir evde toplanan, dürüst, sevecen, iyiliğin her zaman kazanacağı umudunu vererek bizi mutlu sonla uğurlayan filmler tabii ki tercihimiz. Hatta nasılsa satışı garanti diye, oradaki temaların bozdurulup bozdurulup harcanmasına da televizyon dizilerinden alışığız. Her biri Neşeli Günler’in sıkıcı, oyunculukta fire veren ve bol ajitasyon dolu türevleri; her biri boş bir nostaljinin örülmesindeki tuğlalar... Bu iş hep böyledir: Aslı iş yaparsa, nostalji pazarı hiç boş durmaz, tekrarlar da durur; geçmişi şimdiye çevirir. “Gelen, gideni aratır” sözünün dillere pelesenk olduğu bir kültürde belki bunları çok yadırgamamak gerekir.

Diğer taraftan tüm o hikâyeler, o kurgular tabii ki bizi mutlu etmek için yaratıldılar; içi boş nostalji ve mutsuz etmek için değil. Nostaljinin bulaşıcı ve tehlikeli bir hastalık olduğu konusunda makaleler, kitaplar varken, dahası geçmişe duyulan özlem ortaya çıktığı her an bizi mutsuz ederken, nasıl hâlâ bu kadar popüler olduğunun birkaç açıklaması var.[7] Bunlardan en önemlisi aslında var olmayan bir geçmişle uğraşmanın kolaylığı; ideal olanı ya da ütopyayı üstünde oynanabilecek bir geçmişe atfetmenin rahatlığı... Gelecek belirsizdir, peki geçmiş öyle mi? Geçmiş geçmiş olduğundan, tahrif edilmesi çok kolaydır.

1978’in özlenecek kadar neşeli olmadığını tespit ettikten sonra diğer garip duruma geçelim[8]: Neşeli Günler nostaljisi ile yanıp tutuşanlar neden kendilerine şu soruları hiç sormazlar? O film bir kurmaca mı, bir belgesel mi? O filmdeki her biri birbirinden saygın oyuncular aslında “rol icabı” konuşmuyorlar mı? Nasıl olur da, ne kadar seversek sevelim film karakterlerini, gerçek kahramanlarmış gibi benimseriz? En önemlisi, sadece kurgu kahramanlarda mı birleşebiliriz? O kadar da kahramanı eksik bir kültür müyüz? Nostalji gerçeği işte böyle saptırır: Bugünü değersizleştirdiği gibi, kurguyu gerçek hale sokar ve tarihin bir parçası haline getirir. Hatta büyük ve sevilen oyuncuları, güçlü oyunculukları ile değil de halk kahramanları olarak anımsamamıza bile sebep olur. Anlaşılan bizim kültürümüzde tarihyazımıyla oynayan sadece devlet değildir. Hep eleştirilen yozlaşma, aslında çöküşü özür olarak kullanan ve nostaljiyi ticaret aracı yapan haliyle tabii ki gözümüze daha az çarpar.[9]

Belki de doğru olan hatırlama şekli şudur: Tamam, film bir kurgu, ancak nostaljisi ile andığımız dürüst ve neşeli insanlar o kadar da hayalden ibaret değiller. Yaşanan tüm acı olaylara karşın kurguda gerçeklik payı çok. Mutlaka öyle insanlar vardı 1978’de. Nostaljik atıflarla gerçek arasında önemli bir fark var: Öyle insanlar, öyle hikâyeler aslında bugün de varlar; aynı saygın oyuncularımızın, sevdiğimiz sanatçıların olduğu gibi... O insanlar bitmedi. Hatta kötülük ile iyiliğin nüfustaki dağılımında da pek bir farklılık yok. Sadece kötülük ilerleyen teknoloji ile daha çok gözümüzün önünde. Kendini daha az gizleyebiliyor. İyilik, sürekli tekrar edildiği gibi, kırk yıl öncesinde, Neşeli Günler filminde kalmadı; zaten o sırada da bugün telaffuz edildiği şekliyle mutlu mesut bir ülke ya da sadece iyi insanlar yoktu.

Tarih dönemlerinde bir oraya bir buraya arsızca top koşturan ve mükerrer üretimlerle büyüyen kurnaz nostalji, Neşeli Günler özlemini de mutlaka başkalaştıracak, belki de kırk yıl sonra bu yılın nostaljisini bir film ya da dizi ile başlatıp, eski yılları yâd edip durdurtacak. Görünen o ki, yaraları dağlamak ve umutsuzluğu daha katmerli tahrik edebilmek için bir nostalji sarmalı illaki yaratılacak. Sonra yine bir gün biri çıkıp “Sahi, 2018 o kadar da güzel bir yıl mıydı?” diye soracak.

 


Not: Bu yazı çok sevdiğim büyük oyuncu ve meddâh Münir Özkul’un aramızdan ayrılışından önce yazılmıştır. Sanırım kendisi de birbirine benzer rolleri oynadığı popüler “aile filmleri” kadar İbiş’in Rüyası gibi farklı karakterleri canlandırdığı filmleri, İsmail Dümbüllü’den aldığı kavuğu, tiyatro eserleri ile de anımsanmayı tercih ederdi. Kendisini saygıyla anıyorum.

[1] The Sound of Music (1965), Yönetmen: Robert Wise, Senarist: George Hurdalek ve Howard Lindsay. Oyuncular: Julie Andrews, Christopher Plummer, Eleanor Parker. 20th Century Fox.

[2] Aynısının tıpkısı orijinal şarkısıyla tekrar çevrilmiş, oldukça da çok sevilmişti: Sen Bir Meleksin (1969), Yönetmen ve Senarist: Nejat Saydam. Oyuncular: Ediz Hun, Hülya Koçyiğit, Sevgi Can, Piraye Uzun, Ergun Köknar. Acar Film.

[3] Neşeli Günler (1978). Yönetmen: Orhan Aksoy. Senarist: Sadık Şendil. Oyuncular: Münir Özkul, Adile Naşit, Şener Şen, Ayşen Gruda, Mürüvvet Sim, Ahmet Sezerel. Arzu Film.

[4] http://www.birzamanlar.net/eurovision/f1978.html (Nilüfer ve Grup Nazar, Sevince’si yerine Cici Kızlar’ın Delisin’i gitseydi, kesin birinci olurduk).

[5] TRT arşivleri sayesinde bazı dönem görüntülerine de erişebiliyoruz: https://www.youtube.com/watch?v=qTe631NfjC0

[6] Bu yazı için araştırma yaparken Rezil 1978 adında 1979 yapımı bir filme de rastladım. Türü için dram ve erotik yazıyor. Yönetmen: Orhan Elmas. Senaryo: İrfan Atasoy. Oyuncular: İrfan Atasoy, Itır Esen, Meral Orhonsay, Zerrin Doğan.

[7] E. Taçlı Yazıcıoğlu (2017), “Nostaljiye Vefa, Daha Ne kadar?”, Birikim Güncel, 28 Mayıs, http://www.birikimdergisi.com/guncel-yazilar/8340/nostaljiye-vefa-daha-ne-kadar#.Wk4_9FT1UWo  

[8] Yetmişler nostaljisi yaşayan herkes için BBC’nin güzel bir on yıl özeti: https://www.youtube.com/watch?v=e9G_v8rBAYo

[9] Önay Sözer (2007), “Nostalji, Çöküş, Yozlaşma”, felsefelogos, 51-57.