Başkası Adına Utanmalı Mı?

Utanç ahlâki bir kavram, malum. Her ahlâki kavramda olduğu gibi utanç da başkasının yargısını esas alıyor, o yargıya göre konumlanmamızı sağlıyor. Ancak siyaset ahlâkı içerir mi, içermesi gerekir mi, yoksa esasında güç ilişkileri etrafında dönen siyasette güçsüz tarafın güçlüye karşı kullanabileceği bir denge unsuru mudur, tartışmaya açık. Örneğin iktidar sahiplerinin halkın kaynaklarını kötüye kullandığını iddia ettiğimizde ve bunun tıpkı utanç gibi ahlâki bir kavram olan dürüstlüğe aykırı olduğunu söylediğimizde iktidar bizimle aynı ahlâk anlayışına sahip değilse ve işine geç kaldığı için harakiri yapacak bakanlara sahip değilsek ne yapacağız? Ahlâk siyasi güç ilişkisinde bizi güçlendirecek silahları sağlar mı? İktidarı dürüstlüğe davet edebilirsiniz ama icabet etmezse zorlayamazsınız. Bu durumda güvenebileceğiniz şey siyasetçinin ahlâklı olmak karşısındaki hassasiyeti değil, belki yargısal yaptırımdır. Bu yaptırım da yargının niteliğine göre değişir.

Siyasetten kastınız temsilî demokrasi yuvası parlamentoyu aşıyorsa baroyu da kolaylıkla siyasete katabilirsiniz. Üstelik bu konuda çok da zorlanmaya gerek yok çünkü yargının kendisi tam da siyasetin orta yerinde.

Metin Feyzioğlu'nun yaptığı açıklamalara ne zaman maruz kalsam yere bakar bir halde buluyorum kendimi. Hukukçu olarak, yurttaş olarak utanıyorum. Bu utancımın kimseye bir faydası olmadığını bildiğim halde ve elimden utanmaktan başka hiçbir şey gelmediği için de utanıyorum. Belki de siyaseten müdahale edemediğim, gerekli gücü toplayıp onu oturduğu yerden kaldıramadığım için ahlâka dair olan utancı siyasete dair olan güçle ikame edip bu utançtan medet umuyorum. Çünkü siyaseten güçlü olduğumda utanmam gerekmeyecek ve Türkiye Barolar Birliği başkanı olarak içinde tek bir mantıklı cümlenin geçmediği tuhaf demeçler vermesine engel olacak bir tersyüz etmenin yolunu açmış olacağım.

Feyzoğlu tüm avukatları “temsilen” konuşsa da temsil asıl olan değil elbette; daha da kötüsü temsil edilenle temsil eden arasındaki bağ zayıfladıkça temsilin bir anlamı kalmıyor. Zaten hiçbir suret aslına karşılık gelmeyecektir ve hiç kimse beni ben kadar “temsil” edemeyecektir. Her temsil, temsil ettiği şeyden farklıdır. Dünyanın kalabalık olduğu, İstanbul Barosu avukatlarının da ortalama bir şehrin nüfusundan fazla olduğu, dolayısıyla temsilin de elzem olduğu yönündeki çok eski bir argümanı savunabilirsiniz ama bu gerekçeler olasılıklardan sadece biridir, gerçeğin tamamını kapsamaz. Türkiye'deki avukat sayısının her avukatın kendisini temsil etmesine olanak vermemesi temsil ilişkisinin bu kadar aslından kopuk olmasına gerekçe olamaz. Metin Feyzioğlu ile aramdaki temsil/temsil edilen ilişkisi balık ve bisiklet arasındaki fark kadarsa onun beni temsil ettiği kesinlikle söylenemez. Temsil, en iyi haliyle bile aslına karşılık gelmediği gibi, on binlerce avukatın yüzlercesinin seçtiği bir kişi benim adıma Kürt düşmanlığı yapamaz, devlet diliyle konuşamaz. 

Söylenenler demokrasiden ne anladığımıza bağlı olarak da değişir mutlaka. Temsilî demokrasinin bir kandırmaca olduğunu bilen herkes çoğunluğun azınlığa nasıl hükmettiğini de bilir, bilmese de ülke tarihi sayesinde çoktan öğrenmiştir. Gerçek bir demokrasi bu gezegende bir gün hayat bulur mu şimdilik bilemeyiz ama bildiğimiz bir şey var: Suretin değil, aslının peşinde mümkün olduğunca yol açmaya çalışmak. Temsil denilen vakayı elimizden geldiğince aslına yakınlaştırmaya çalışmak. Siyasetin ahlâkla değil, güç ilişkileriyle yürüdüğünü kabul ediyorsak eğer, güç ilişkilerini tersine çevirmeye, tersine çevirmenin olanaklarını aramaya, o olanakları yaratmak için de temsil ilişkilerini zayıflatıp çoğunluğun değil, çok olanın, çoğunluk içinde kaybolanın değil, çok içinde tek olanın iradesini ortaya koyacak şartları oluşturmaya ihtiyacımız var. Dolayısıyla temsille aramızdaki mesafe uzamamalı, aksine kısalmalı. Siyaset ahlâki bir mesele değil de bir güç ilişkisiyse, konu güçlü olanın sözünün geçmesi değil, siyaseten güçlenmeyi olanaklı hale getirerek her gücün, gücü ölçüsünde söz söyleme hakkını vermek olmalı. Metin Feyzioğlu İstanbul Barosu’nda benim değil, başka avukatların tercih ettiği delegeler aracılığıyla benim adıma tek bir kelimesine katılmadığım beyanlarda bulunacaksa ve bunu da bütün avukatlarının temsilcisi/sözcüsü sıfatıyla yapacaksa tüm halkı temsil ettiğini ve onun adına hareket ettiğini söyleyen Erdoğan’dan bir farkı olacak mıdır? Bir gün ben de kendi listemi çoğunluğa ulaştırmayı başarıp bütün avukatları temsil ettiğimi söylediğimde benim de iktidar sahiplerinden bir farkım kalacak mıdır? Ya da o çok eleştirdiğimiz iktidar gibi davranmayıp siyasetin bir güç ilişkisi olduğunu da bilip temsilin arkasına sığınmayarak güç ilişkilerinin kendi doğasında ilerlemesine ama güçlü olanın zayıf olanı ezmesine izin vermeyecek bir demokrasi dert edilecek midir? Utanca sığınmak, siyaseten hiçbir anlamı olmayan ahlâk kategorileri üzerinden siyaset yapmaya çalışmaktan vazgeçip herkesin kendi sözünü söylemesinin olanaklarını yaratmak barolar özelinde daha siyasi, daha gerçekçi, daha demokratik bir yaklaşım olur.

Ayrıca baro bir yargı aygıtının meslekî örgütüdür. Güçler ayrılığı mitinin bir ayağı olmakla birlikte bir devlet aygıtı olan yargının halk tarafındaki tek unsurudur. Bu anlamda da üyelerinin meslekî çıkarlarını koruyan bir meslek odası olmanın ötesinde halkın devletle muhataplığında halktan yana olan/olması gereken bir örgütlenmedir. Ama Türkiye Barolar Birliği barolar üstünde bir vesayet makamı olmanın ötesine geçmemiştir ve bir yargı unsurunun temsilcisi de değildir. Ne avukatların ne de halkın barolar ya da başka hukuk örgütleri dışında -devlet yetmiyormuş gibi- devlet gibi örgütlenen başka bir devlet örgütlenmesine hiç ihtiyacı yoktur. Açıkçası Türkiye Barolar Birliği seçim sistemindeki anti-demokratiklik bir yana, yargı konusunda hiçbir işe yaramadığı gibi baroların etkisini azaltan, onların üstünde konumlanan, yeri geldiğinde devletin değil, avukatların kulağını çeken lüzumsuzdan öte zararlı bir cemiyettir. Avukatların savunma görevlerini layıkıyla yapmalarını sağlayacak, avukatların arkasında olduğunu hissettirecek, bürokratik bir kurum değil, gerçek bir savunma örgütü olan, iktidara halktan yana tepki koyan bağımsız barolara ihtiyaçları vardır. Bir kez bile kapısından içeri girmeyi gerektirmeyen, avukatların ve halkın hiçbir talebine cevap vermeyen Türkiye Barolar Birliği hemen bugün lağvedilse kimse eksikliğini duymayacaktır. Bir malumun yüzlerce kez ilamına elbette gerek yok ama avukat örgütleri devlet kurumları değildir. Hiçbir avukatın, üyesi olduğu baro dışında Türkiye Barolar Birliği gibi bir “Adalet Bakanlığı”na daha ihtiyacı yoktur.

Milli menfaatler peşinde koşmak, terör ya da terörist tanımı yapmak, bürokrat gibi demeç vermek, “Yüce Türk Milleti” gibi devlet cümleleri kurmak avukatların, baroların, Türkiye Barolar Birliği'nin işi ve görevi de değildir. Halihazırda Türkiye Barolar Birliği gibi bir vesayet makamı varlığını sürdürmeye maalesef devam edecekse öncelikle yaşamı ve devlet karşısında insanı korumakla mükelleftir. Türkiye Cumhuriyeti en başından beri hak ihlalleri konusunda çığır açan bir devlet; bunu bir kenara koyalım. Metin Feyzioğlu'nun göreve geldiği günden bu yana da söz konusu hak ihlallerinin artarak devam ettiği ve neredeyse tüm topluma yayıldığı ortadaysa ya kendisi yaptığı için farkında değil ya da bu işin hakkını vermeyi tercih etmiyor. Yurttaşlar haksız gözaltı ve tutuklamalarla sapır sapır dökülürken, onca insan delilsiz, mesnetsiz işinden olup onca aile açlığa mahkûm edilirken, içeridekilere “tek tip” denen işkencenin uygulanmasına ramak kalmışken, çocuk istismarı, kadın cinayeti, ekolojik talan tavan yapmışken sessizliğe gömülen Feyzioğlu'nun savunma aygıtı çok umurunda mı, gerçekten hiç emin değilim. Ağzını sadece savaş destekçisi olarak açacaksa ya da savunma denen mefhumun gerçek işine kulak asmayıp “Türk”, “Türkiye” ibarelerini canhıraş savunup savunma için hiçbir fayda sağlamayan “Türkiye Barolar Birliği”nin peşinde koşacaksa kendisine yakışan mevki avukat temsilciliği değil, savcılık ya da başka bir devlet görevidir. İktidarın savunma ve avukatlık üzerinde, savunmayı ve avukatlığı yargı-dışı bırakma, tıpkı diğer bürokratik yargı görevleri gibi devlet işine dönüştürme ya da tamamen etkisiz kılma niyeti olabilir; somut durumda veriler bunu gösteriyor. Ama halin böyle olmasına karşın avukat örgütünün en genel temsilcisinin savunmanın asıl işlevlerini bir kenara bırakıp olmadık yerden muhalefet yapması, savunmadan yana olduğunu göstermiyor. Metin Feyzioğlu'nun muhalefet dediği icraatlar pekâlâ sağda konumlanan bir siyasi parti tarafından da yapılabilir. Avukatlar “Türk”ün, “Türkiye”nin peşinde düşmekten ziyade iktidarın halk üzerinde uyguladığı baskıyı deşifre etmekle ve bu baskının ortadan kalkması için uğraşmakla yükümlüdür. AKP'nin savunma aleyhine yapmayı tasarladığı çeşitli düzenlemelere karşı çıkmanın mantığı da budur zaten. Metin Feyzioğlu milli menfaatler peşinde rahatça koşabilsin diye değil. Savunmanın gereği yapılmayacaksa iktidarın savunma üzerindeki tasarılarına karşı çıkmanın kime, nasıl bir yararı olabilir ki?