Uluslararası Hukukun Kara Kutusu

Ne zaman bir devlet insanlığa karşı bir suç işlese uluslararası kuruluşların sözcüleri endişeli gözlerle “korkuluyuz, kaygılıyız” demecini yapıştırıverirler. Sonra da işlerinin başına dönerler. Dile getirdikleri korku ve kaygı gece rüyalarına girip onları ter içinde uyandırır mı yoksa “adım Hıdır, elimden gelen budur” deyip deliksiz bir uykuya mı dalarlar? Nasıl olursa olsun, o korku ve kaygının devletlerin yaptığı “müdahalelerden” insanlığı korumaya gücü yeter mi? Daha açık bir deyişle, uluslararası kuruluşlar insanlık adına işlenen suçlarda bir işe yarar mı? Uluslararası kuruluşlar bu “müdahalelerin” “haklı savaş”, “önleyici savaş”, “önleyici müdahale”, “güvenlik savaşı”, “demokrasi nakli”, “toprak bütünlüğü”, “sivillerin korunması” şeklinde ifade edilen gerekçelerine inanacak kadar saf olabilirler mi? O halde korkmak ve kaygılanmak dışında olanı biteni durup seyretmelerinin başka nedenleri olmalı, değil mi?

Egemen bir devlet başka bir egemen devletin topraklarına tuhaf gerekçelerle “daldığında” ve her iki devlet de “egemen” olduğu halde egemenliği saldırı altında olan devlet uluslararası hukuk tarafından korunmadığında hukuktan değil, güçten ve çıkarlardan -ki hukukun bunlardan azade olmaması başka bir tartışma konusu- söz edildiği açıktır. Bu durumda uluslararası hukukun işlevini, korkmaktan ve kaygılanmaktan başka hangi alet edevatla iş gördüğünü sorgulamak gerek.

Cansu Muratoğlu ve Cemal Bali Akal'ın bazı yazarların uluslararası hukukun kurucularından biri, bazılarının ise sömürgecilik teorisyeni olarak kabul ettiği İspanyol Katolik ilahiyatçı Francisco de Vitoria (1480-1546) kitabı Modernite'nin Sonunda: Yeniden Vitoria'yla (Dost Kitabevi, Ocak 2018) bu sorunu düşünmek için bir seçenek olabilir.

Ulusların hukuku

Özellikle Roma İmparatorluğu'nun dağılmasıyla deyim yerindeyse “ortada kalan” insanlığa dair ortaya atılan toplum sözleşmesinin Hobbes eliyle semiren İncil canavarı Leviathan'ı, mutlak güce ve yetkiye sahipti. Kendinden başka kimseden emir ve talimat almayan mutlak güç topluma karşı dahi sorumlu değildi. Bütün gücü devralmasına rağmen kendi aralarında sözleşme yapan bireyler karşısında, sözleşmenin tarafı olmadığı için  -istisnai durumlarda geçerli olan direnme hakkının muhatabı olmayı saymazsak- herhangi bir yükümlülüğü yoktu. Yine toplum tarafından oluşturulduğu halde toplumdan ayrı bir varlık/yaratıktı. Aydınlanma sonrası devletler birer Leviathan değilse de egemenlik konusunda onun gölgesi hâlâ ortada dolaşıyor ve hâlâ devletin üzerinde kendi halkı dışında onu sınırlayacak başka bir güç mevcut değil.

Uluslararası hukukun çelişkisi tam da bu noktada başlıyor. Bireylerin sözleşme yaparak haklarını devrettikleri devlet gibi, devletlerin de aralarında sözleşme yaparak egemenlik haklarını uluslararası kuruluşlara devrettikleri yönündeki tez mi yoksa aksine hâlâ kendi üstünde bir güç tanımayan egemen devlet mi geçerli; bunun kararı henüz verilmiş değil. Örneğin Nürnberg Mahkemesi'nde Nazi Almanya’sının yargılanması birinci tezin geçerli olduğunu mu gösteriyor yoksa Nazi Almanya’sının hezimetinden sonra ortada egemen bir devlet kalmadığı için, yani ikinci tezin şartları olmadığı için mi birinci tez geçerli hale geliyor?

Vitoria'nın “çelişkisi”

Yaşadığı dönemde henüz ulus-devletlerin tam olarak ortaya çıktığı söylenemezse de Vitoria'yı uluslararası hukukla birlikte anmanın nedenleri muhtelif. Avrupalı fatihler ve krallar açısından fetihleri meşrulaştırmak için hâlâ Kilise'nin onayının gerektiği ve henüz hukukla dinin ayrışmadığı, teologların aynı zamanda hukukçu da olduğu bir zamanda kendisine danışılan Vitoria böyle büyük bir sorumluluk almak ister miydi bilemeyiz. Ama bildiğimiz şu: Her ne kadar Katolik bir ilahiyatçı olsa da Vitoria dünyevi işlerde dünyevi iktidarın yetkili olduğunu düşünmüş ve fetih sorununu dünyevi argümanlarla çözmeye çalışmış. Fetihler konusunda ilahi yasa yerine her insanın aklıyla ulaşabileceği tabii yasayı koyarak belki de bir anlamda evrensel bir insanlık fikrini de benimsemiş. Haklı savaş, önleyici savaş, güvenlik savaşı gibi uluslararası kavramları yine ilahi değil, dünyevi bir bakış açısıyla düşünmüş.

İspanyollar Güney Amerika'ya girmenin haklı ya da meşru nedenlerini ararken onlara fikir babalığı yapan Vitoria'nın kafasının karıştığı düşünülebilir. Dünya üzerinde yaşayan kimsenin akıldan yoksun olmadığını, kimsenin kimseyi “doğru yola yöneltmek için” Hıristiyan inancına zorlayamayacağını, her “respublica”nın, her kavmin, her topluluğun kendine göre bir siyasi ve toplumsal sistemi olduğunu ve birinin ötekinden daha üstün olmadığını, durup dururken de hiçbir siyasi topluluğun ötekine saldıramayacağını söyleyen Vitoria'dır. Bununla birlikte her insanın ticaret ve iletişim özgürlüğüne sahip olduğunu ve başka bir topluma zarar vermediği sürece bu haklarından yoksun bırakılamayacağını, bırakılmaya çalışıldığı takdirde de ortaya çıkacak bir savaşın haklı olduğunu söyleyen de odur. İspanyolların Güney Amerika halklarıyla iletişim kurma gibi bir dertleri var mıydı bilinmez ama ticaret özgürlüğünün kendilerine yeteri kadar meşruluk sağladığı düşünülebilir.

Hal böyleyse uluslararası hukukçuların Vitoria'nın bir yandan yerli halkları koruduğu diğer yandan da sömürgeciliği meşrulaştırdığı gerçekten de bir çelişki olabilir. Ama mesele bu kadar basit midir? Cansu Muratoğlu'na göre modern düşünce bir yandan evrensellik iddiasına diğer yandan da egemenlik iddiasına dayanıyorsa çelişkinin müsebbibinin Vitoria olduğu söylenemez. Özellikle de Vitoria herhangi bir egemenlik fikrinden bahsetmemişse. Uluslararası hukukun evrensellik ve egemenlik arasındaki sorunu halihazırda çözememiş olması, dünya egemen devletlerden oluştuğu halde devletlerin “egemen devletler arasındaki kurallar bütünü” olarak tanımlanan uluslararası hukuka neden uymak zorunda olduğunun cevabının verilememesi, söz konusu kurallar bütününün yukarıda sözü geçen “müdahaleler” açısından neden geçerli olmadığının bilinmemesi Vitoria'nın değil, uluslararası hukukun sorunudur. Buna rağmen uluslararası hukukun kendi çelişkisini yüzyıllar önce ortaya koyan Vitoria'ya yüklemesi gerçekten ilginçtir. Uluslararası hukukun kara kutusunun hâlâ açılamamış olması Vitoria'dan çok çağdaşlarımızın sorunu değil midir?

Vitoria'nın bir yandan yerli halkları fatihlere karşı koruyup diğer yandan fatihlerin içini rahatlatarak başka toplumlara saldırıları meşru hale getirirken, ilkinde evrensellikle dışarıdan, ikincisinde de -her ne kadar böyle bir kavram kendisi tarafından ileri sürülmemişse de- egemenlikle içeriden bakmayı başarabildiğini iddia edebiliriz. Korkulu ve kaygılı gözlerle olan biteni yorumlayan günümüz uluslararası kurumların aynı evrensellik iddiasıyla korkup kaygılandıklarını, öte yandan yine egemenlik karşısında ellerinin kollarının bağlandığını düşünürsek evrensellik-egemenlik çelişkisini Vitoria henüz on altıncı yüzyılın ilk yarısında fark etmiş. Evrensellik iddiasındaki uluslararası hukukun karşısına egemen devlet var gücüyle dikildiğinde -elbette güçlü olan devletlerdir sözü geçen, uluslararası kurumların elinde oyuncak olanlar değil- ortaya koyacağı argümanı bulamamış olmasının sonucu Vitoria'nın hakkını yemek olmamalı.

İçeriden ve dışarıdan Vitoria

Vitoria'nın evrensellik ve egemenlik arasında kurduğu bugün de geçerli olan gerilim, yine de onun içeriden ve dışarıdan bakabildiği gerçeğini ortadan kaldırmıyor. İçeriden baktığı egemenliğin ilginç bir tarafı yok; niteliğini birkaç yüzyıldır zaten ortaya koydu. Bunun yanı sıra birçok anlamda Vitoria'yı modernizmin çok erken bir figürü saymak mümkünse de kitabın yazarlarına göre Vitoria'nın dışarıdan bakışının önemli bir ayağı olan iletişim özgürlüğü onu “modernliğin sonunda” bir yere taşıyor. Eğer bu gerçekse, yani böyle bir özgürlük varsa ulus devletlerin egemenliği ciddi bir yara almış demektir. Herkes istediği zaman istediği yere gidebilecek, istediği yerde yaşayabilecek, hiçbir sınıra tabi olmaksızın kendi mekânını kendi seçebilecektir. Böylelikle de daha iyi bir yaşam arzusuyla canı pahasına ülkesini terk eden, bu yolda ölen, ölmese de başka ülkelerde üç kuruş parayla sürünen göçmenler, mülteciler iletişim özgürlüklerini kullanarak daha insanca yaşayabileceklerdir. Vitoria'yı sömürgeciliğin müsebbibi saymak ya da en iyi ihtimalle çelişkili bulmak yerine neoliberalizmin yok ettiği insanlık lehine, ortaya koyduğu iletişim özgürlüğünü tekrar ve tekrar dile getirmek mümkün değil midir?