Ütopya, Anarşizm ve Bir Vicdan Muhasebesi

Aradan, her biri dünyada, yeni bir dönem başlatan başdöndürücü altüst oluşlarla dolu elli yılı aşkın bir süre geçmişken, tam bir yenilgiyle bitmiş bir devrimden söz eden İspanya İç Savaşı ile ilgili bir kitap, bize bugün ve geleceğimize dair ne söyleyebilir? Kaldı ki, bu kitapta İspanya İç Savaşı ekseninde tarihleri anlatılan, tutum ve görüşleri, trajedileri sergilenenler, bu savaştan sonra adeta sosyal mücadeleler tarihinden fiilen silinmiş hale gelen anarşistler/özgürlükçü komünistlerdir. İspanya İç Savaşı, onların 1940'lara kadar süren ilginç, dağdağalı mücadele tarihlerinde kitlevi ölçekte katıldıkları son ve en büyük çaplı eylem olmuştur. Anarşizmin 1940'lara kadarki tarihinde daima en özgün ve kitlesel hareket konumunu sürdüregelmiş olan İspanyol anarşizmi, öteki bütün sol yelpaze ile birarada olduğu Cumhuriyetçi blokun kesin yenilgisinden sonra bir daha asla toparlanamamış, neredeyse yok olmuştur.

Dolayısıyla özgün ve titiz bir belgesel roman tarzında yazılmış bu kitapta, hayat hikayesi anlatılan İspanyol anarşizminin efsanevi önderlerinden Buenaventura Durruti ve arkadaşları Son Mohikanlar gibidirler.

Ama öte yandan bir bütün olarak bakıldığında İspanya İç Savaşı'nın mağlup Cumhuriyetçiler cephesinde daha pek çok Son Mohikan yok mudur? Örneğin dünyamız 1960'larda Che Guevara'ya gelinceye kadar, Enternasyonal Tugaylar gibi bir olguyu bir kere daha yaşadı mı? Pek çoğu hayatlarında belki bir kez olsun kavga etmemiş, değil silah, kim bilir çakı bile kullanmamış binlerce genç, yaşlı aydın, kimi ta denizler ötesinden İspanya'ya sırf cumhuriyet ve özgürlük idealini ayakta tutabilmek adına, henüz geldikleri günün akşamında Madrid'in üniversiteler banliyösünde Franco'nun paralı asker taburlarıyla göğüs göğüse çarpışmadılar mı? Bu manzaranın, olağanüstü zengin bir sembolik anlamı olduğunu kim görmezden gelebilir?

Dahası, Madrid Üniversitesinin yol ve binalarında Enternasyonal Tugayların canını dişine takarak püskürttüğü, bu Faslı ilkel kabilelerden devşirilmiş paralı asker taburlarının ardında, tarihin kaydettiği hemen tüm doğal ve ilahi düzen taraftarları, kralcısından Mussolini faşizmine, kiliseden Hitler Nazizmine kadar istisnasız tümü yer almaktaydı. Cumhuriyetçi safta dövüşenler ise; İspanya köylülüğünde güçlü biçimde yaşayan tarih kadar eski eşitlikçi, komünal eğilimleri, İspanya'nın ve özellikle Katalanya'nın daima militan işçi hareketiyle özgün bir potada birleştirebilen örneği olmayan İspanyol anarşistlerinden tutun, Aydınlanma çağının perspektifinde oluşmuş liberal demokratından her çeşit komüniste kadar tüm akım ve hareketlerin temsilcileridir. Şüphesiz bu tabloya "tarafsız"ları da eklemek gerekir. Bunlar kurulu düzen haline gelmiş "liberal demokrat yapılar"dır. Batı demokrasilerinin tüm devletleridir.

Böylece, insanlık tarihinde modern çağları açan Kolomb'un yeni dünyayı keşif seferinin başladığı İspanya'da, o modern çağla keskinleşen her tür toplumsal çatışma ve çelişkinin, tüm siyasal akımların, etik ve moral değerler kümesinin en temel mihenge vurulmuşçasına iki karşıt safta toplaştıkları ve sadece karşı saftakilerle değil, kendi içlerinde de hesaplaşılan, adeta tarihin bir özetini simgeleyen bir ateş içinde imtihan yaşandı. Gerçi bu imtihanda mağlup olan Cumhuriyetçi cephe, hemen sonra başlayan 2. Dünya Savaşı'nın yeryüzü ölçekli arenasında rövanşı almış sayılabilirse de bu, sadece, İspanya’daki yenilginin yüzyüze getirdiği kendisiyle ilgili yakıcı gerçeğin, rahatsız edici içeriğini bilinçaltına gönderebilmesine yaradı.

O nedenle olmalıdır ki, İspanya İç Savaşı'nı analiz eden, irdeleyip yorumlayan eserler, bu olayın önem ve anlamı ile kıyaslanamayacak kadar azdır. Üzerine gidilmekten adeta ürkülen, kaçınılan bir konu gibidir. İç Savaş'tan beri süren Franco'nun dikta rejiminin kırk yıl sonra geniş bir toplumsal ittifakla yıkıldığı, yerine işler bir demokrasinin hızla kurulabildiği İspanya'da dahi, adeta sessiz bir ortak kararla iç savaş döneminin kapağı aralanmıyor veya aralama çabaları kimseyi fazlasıyla rencide etmeyecek biçimde yürütülüyor.

İspanyolların bu tutumunun nedenleri anlaşılabilir. Ama İspanya İç Savaşı'na Cumhuriyetçi safta katılarak taraf olmuş siyasal akımların bu faslı açmaktan kaçınmaları, açtıklarında ise yenilgiyi hemen tümüyle müttefiklerine ya da bir kısmına fatura eden bir anlatımla yetinmeleri, sadece bildik her durumda karşımıza çıkan gerekçelere bağlanamaz.

Eğer her siyasal hareketin, dışına aksettirmediği kendi iç çelişkilerini, açmazlarını yargıladığı, içsel zaaf ve hatalarıyla hesaplaştığı bir vicdanı olduğundan söz edebilirsek; İspanya İç Savaşı, Cumhuriyetçi saftaki her akım ve özellikle de sosyalist etiketli akımlar için, işte bu tür bir "vicdan muhasebesi"ni zorunlu kılan niteliktedir. Bu ağır yükümlülükten dolayı, bundan kaçınmak için, adeta şuur altına atılmıştır.

Bu tavır, özellikle kurumlaşmış, genel sosyalizm hareketi içinde iktidar kavgası veren akımlar için söz konusudur. Şüphesiz sadece bu İspanya İç Savaşı konusunda değil, genel sosyalizm akımının topluca karşılaştığı meydan okuma durumlarının hepsinde de, o kurumlaşmış eğilimlerden her biri, ötekilerin veya bilhassa rakip addettiği birinin o toplu eylem içindeki tutum ve girişimlerini hem siyasal açıdan eleştirir, yenilgi nedeni olarak sunar; hem de kimi eylemlerinin sözünü ettiğimiz o vicdanı sosyalistlerin ortak vicdanını ne denli rahatsız eder nitelikte olduğuna işaret eder. 1930'lu yılların iki büyük yenilgisi Almanya da Nazizm karşısında uğranılan ile İspanya’daki yenilgi henüz sıcaklığını korurken, dönemin iki rakip akımı III. Enternasyonal'e egemen Stalinci çizgi ile Troçkist muhalefet birbirlerini böylece eleştirmekteydiler. Şüphesiz burada "vicdan"a seslenenler asıl olarak Troçkistlerdi. Çünkü İspanya'da İç Savaşın en kritik anlarında dahi III. Enternasyonal'e hâkim Stalinci çizgi, Troçkizmin tasfiyesine verdiği öncelikli önemi unutmamakta, faşist ordular taarruz halindeyken bile Troçkist izi süren, tasfiye fırsatı kollayan sorgulama komiteleri harıl harıl çalışabilmekteydiler. Öyle ki, çoğu zaman Franco birliklerinin saldırısı altında bir şehir terk edilirken şehir hapishanesine tıkılmış bu tür muhalifler kasten orada bırakılıyor, adeta onların eline teslim ediliyordu. Örnekler istenilen tür ve sayıya kadar uzatılabilir.

Ancak belirtilmelidir ki, bu tür "sosyalist vicdan"ı isyan ettiren fiillerin faili sadece "Stalinci çizgi" değildir. Daha fazla mağdur olan Troçkistler, belki de bu denli "ileri" gitmeyebilirlerdi, ama o Stalincilerle paylaştıkları aynı iktidar "mantığının" onları da bu ve benzeri uygulamalara sürüklemesi kaçınılmazdı. Çünkü bir kişi veya hareket, iktidarın salt kendine ait olmasını şu veya bu gerekçeyle esas alıyor ya da aynı amacı paylaşanlar içinde sadece kendi önerdiği yolun doğru olduğuna inanıyorsa; bu amaç ve yola ters düştüğüne veya engel olduğuna karar verdiği herkesi, her tür aracı kullanarak safdışı etmeye "hakkı" olduğuna da inanmak zorundadır. Bu, öyle bir mantıktır ki; kişi ya da harekete niçin, hangi amaç adına iktidarı istediğini dahi unutturabilir, en azından o amacı örter ya da manipüle eder. Yani amacın, idealin "mantığı", iktidar mantığına bu ilişki içinde yenilmek, boyun eğmek zorunda kalır.

İspanya İç Savaşı bağlamında yüz yüze gelinen vicdan muhasebesinden söz ederken asıl işaret ettiğimiz nokta da buydu. Ancak yukarıda değinilen hususlar bu muhasebenin yalnızca bir faslını oluşturmaktadır. "Devrim yaptık" diyebilmek için iktidarı ele geçirmiş olmayı şart saymak, iktidarı ele geçirmek için aynı genel cephe içinde olunan farklı eğilimleri de rakip addederek onlara karşı da bir iktidar mücadelesi sürdürmenin zorunluluğunu kabul etmekten başlayıp giden mantığın, bir süre sonra düşman/rakip ayrımını silikleştirdiğine dair örnekler ne İspanya ile sınırlıdır ne de sadece burada, vicdanları isyan ettirecek denli yoğun yaşanmıştır.

Yukarıda özetlenen "mekanizma"yı anlatan "ihtilal evlatlarını yer" deyişi, örneğin Fransız ve Sovyet devriminde İspanya’dakinden çok daha fazla geçerlidir. Ayrıca "İspanyol devrimi"nin evlatları, Fransız ve Sovyet devriminde olduğu gibi devrim süreci içinde birbirlerine rakip, ardından da düşman kesilmiş değillerdi. Cumhuriyetçi cephe içinde biraraya gelenlerin yollan İspanya'dan çok önce birbirinden ayrılmış, aralarındaki öldüresiye savaş örneğin Stalinci çizgi ile Troçkistler arasında daha 1930'lara varmadan başlamıştı bile. Bu bakımdan III. Enternasyonal ve SSCB'ye egemen Stalinci çizginin güdümündeki İspanyol Komünist Partisi'nin, Cumhuriyetçi İspanya'ya resmen destek veren tek ülke olan SSCB'nin nüfuzu ve gönderdiği askerî/siyasî danışmanların gücüyle, bilhassa Troçkistlere karşı yürüttüğü İç Savaş içinde, iç savaş politikasının birçok acı örneği yaşanmıştı, ama bunlar dramatik sayılsalar bile trajik değillerdir. Çünkü burada çatışanlar "bizi hele bu durumda, düşman tehdidi altında birbirimize kırdıran kadere lanet olsun" diye düşünme noktasını çoktan geride bırakmışlardı. Birbirlerini "devrim" yolunda düşman kadar tehlikeli bir engel sayan düşüncelerle gelmişlerdi İspanya'ya.

Ama bu ve benzeri çatışmaları dayanılmaz bir trajedi gibi görüp yaşayanlar da vardı. "Cumhuriyetçi" cephede saf tutmak için dünyanın dört bir yanından kendiliğinden koşup gelmiş onbinlerce insan ve İspanyol halkı, liberalinden komünist ve anarşist eğilimlisine kadar hepsi, burada, insan, toplum, tarih ve geleceğimizle ilgili en temel tercih noktasında, aynı inancı paylaşanlarla bir cephede yer aldığını; o en temel inancın zıddını temsil edenlerin ölümcül tehdidi karşısında olmanın ise aradaki farklılıkları en azından o tehdit püskürtülünceye kadar tamamen geri plana atmak gerektiğini düşünüyorlardı. İspanya İç Savaşı'ndaki yenilgiyi ve olumsuzlukları kimi zaman adeta unutturan, kimi zaman ise bunlara dayanılmaz bir öfke duymamıza yol açan, Cumhuriyetçi saflardaki o çok sık hissedilen enternasyonalist kardeşlik ve dayanışma ruhunun görkemli tablolarını yaratan da buydu.

Bu insanlar saf, gerçeklerden habersiz ya da "gerçek"leri görmek istemeyen hayalciler miydi? Şüphesiz modern çağın tüm devrimlerinde ve bu arada İspanya'da da karşılaşılan o "gerçeklik" denilen şeyleri normal sayan, kabullenen "realist" "devrimciler" için cevap, tereddütsüz bir evettir.

Bu evetin ne anlama geldiği üzerine konuşmadan önce bir hususu hatırlatmak gereklidir. İspanya İç Savaşı liberal eğilimlisinden komünistine kadar o "hayalci" türlerinin, yine liberalden komüniste "realist"lerle hayal kırıklığına uğramayacağı umuduyla yan yana yer aldığı son tarihsel "deneme" olmuştur. Onlar, oluşturdukları cephenin modem çağların başlangıcından beri gerçekleşebilirliğine inanılmış olan, o "insanlık ideali"ni temsil ettiği umuduyla da oradadırlar.

Gerçi bu umut, modem çağların çok şey beklenen her atılımında, biraz daha yıpranmış ve en son 1. Dünya Savaşı'yla koyu bir karamsarlıkla örtülmüşse de Sovyet Devrimi bu küller altındaki ateşi yeniden canlandırmıştı. 1920 ve '30'larda faşizm ve Nazizmin kitlesel hareketler eşliğinde yükselişi o canlanmayı gerilettiği oranda militanlaştırmıştır da. Bu nedenledir ki, kapitalist devlet ve öteki odakların kuruluş halindeki SSCB'yi, liberal ideallerin tam zıddı, amansız düşmanı olarak sunan sistematik propagandalar ortamında ve özel mülkiyetin kategorik reddi anlamında bir komünizmi asla benimsememelerine rağmen, bu "hayalci" liberal çevreler, sadece SSCB'nin aktif olarak desteklediği İspanyol Cumhuriyetçileri cephesine, istekle katılmışlardı.

Çünkü modern çağın aydın geleneğine mensup bu insanlar, SSCB'nin kuruluşuna yön veren komünizm perspektifinin, aynı insanlık idealinin, insanın tam özgürleşmesi hedefinin bir başka ve daha iddialı bir versiyonu olduğunu bilecek durumdaydılar. Elbette ki SSCB'deki oluşumlara ilişkin rahatsız edici bilgilere sahiptiler ve 1920'lerle birlikte tüm dünyayı ve özellikle Avrupa'yı saran sosyalist/ komünist ve komünistler içi çatışmalar gözleri önünde cereyan etmekteydi. Ancak hem SSCB'nin iktisadi sorunlarının ağırlığını biliyor ve bu yüzden tamamen sırt çevirmiyorlar hem de sosyalistler ve komünistler içi/arası çatışmaları "aile içi" kavga düzeyini aşmayacak şeyler gibi algılayabiliyorlardı. Sovyet Devrimi ateşindeki "devrimciler arası" hesaplaşmanın ölçüsüz bir terör ve kıyıma dönüşeceği safha henüz ufukta görünmüyordu.

O safha, İspanya İç Savaşı ile adeta eşanlı olarak başladı. SSCB'de ünlü Moskova Duruşmaları, parti içi kanlı "temizlik", İspanya İç Savaşı yıllarında yapıldı. Ayrıca daha önce de belirtildiği gibi, bu "temizleme operasyonları" İspanya'ya aynen yansıtılıyordu ve örneğin faşist ordular Bask ve Katalanya'ya nihai hücuma geçmişlerken, Barcelona'da KP'nin denetimindeki Devlet Güvenlik Teşkilatı, anarşist ve Troçkist muhaliflerini hapishanelere tıkmaya ara bile vermiyordu.

Çünkü "realist" "devrimciler"di onlar. Bu türün başat özelliği, "devrim"in ancak "iktidarda" iken ve iktidar aracılığıyla yapılabileceği ön yargısına iman etmiş olmasıdır. O nedenle de; iktidarı ele geçirme, devlete egemen olma hedefine öncelik ve belirleyicilik atfetmeyenleri peşinen "ütopist"likle suçlarlar. Önce devlete egemen olmak yerine, iktisadî, sosyal ve ahlakî karakteristikleri, kendi içindeki siyasal ilişkiler ve iklimiyle devrimci oluşumlar yaratmaya öncelik veren eğilimleri en azından "çocukça" bulurlar.

Çünkü onlara göre sadece güç, gerçek ve kalıcı sonuçlar verir. Dolayısıyla da gücün en kapsamlı ve yoğun ifadesi olan devlet iktidarı, temel gerçekliktir. Bu gerçekliği ele geçirmiş olmak öbür gerçekliklere de egemen olmanın, isteniyorsa değiştirmenin yegane şartı, aracıdır. O nedenle de bir "devrimci"nin eylemi, hedeflediği "insanlık ideali"nin özellikleriyle belirlenmiş olmak yerine, o iktidar gerçekliğine egemen olmanın "siyaset ilmince belirlenmiş kadim yasalarına, bu iktidar oyununun kurallarına uygun olmak zorundadır." "Bilinçli devrimci" budur ve bunun için örgütlenir.

Komünizmi, komünistlerin eylem ve örgütlerinde gerçekleşebilirliğinin izleri olan bir ideal olarak düşünen ve böylece ona sempati ile bakan veya benimseyen aydınlanma geleneğinden türemiş bütün bir yelpazenin aydınları, İspanya'da işte bu realist komünistlerin çeşitli fraksiyonlarıyla biraraya geldiler. Bu karşılaşma ve yaşanan deney hiçbir umut kırıntısına yer bırakmayacak denli kesin bir ayrılmayla sonuçlandı. Kendi liberal ütopyalarının, burçlarında liberalizm bayrağı dalgalanan kapitalist ülkelerin şahsında ne denli iğdiş hale geldiğini görüp "utanan", duyduğu rahatsızlıktan ötürü, o ütopyanın kaynaklandığı Aydınlanma idealinin öbür uçtaki ürününe, komünizm ütopyasına en azından hayırhah bir merakla, genel ideal adına son bir gizli umutla bakan soy liberal aydın kuşağı, komünizm bayrağının dalgalandığı SSCB'nin de tüm ütopyaları iğdişleştiren aynı "gerçeklikleri"ni ve gerçekçiliğin egemenliğine istekle girmiş olduğunu İspanya’daki uzantılarının şahsında açıkça gördü.

Aynı yıllarda "sosyalizmin kurulduğu ve komünizm rotasında ilerlediği" resmen ilan edilen SSCB'nin bu "ilerleyişi"nin hiçbir ütopyaya izin vermeyen katı gerçeği de zaten yeterince belirginleşmişti.

Ütopyasını kendi geleneği izinde kurmaktan yılıp, "aydınlanma"nın Öteki geleneğiyle ilişkiye yönelmiş liberal aydınlar* bu ispanya deneyi ile ve onunla eşanlı olarak sadece kendi ütopyalarını değil, genel Aydınlanma perspektifini de terk etmeye başladılar. 2. Dünya Savaşı sonrasının liberali, artık kesin bir "anti komünist"tir. Bağ tamamen kopmuştur. 1980'lerde yeniden "neo-liberalizm" adıyla canlanacak liberal akım ise anti-komünist olduğunu belirtmeye gerek duymayacak kadar katı olmasının yanı sıra, Aydınlanma felsefesinin de karşısına geçmiş bir akımdır artık.

İspanya İç Savaşı'ndaki yenilgi, aslında "Aydınlanma çağı"nın yenilgisi, modern çağların bitişinin habercisidir. Gerçi 2. Dünya Savaşı'yla o çağın iki ana akımının ittifakıyla yenilginin rövanşı alınmış denilebilir, ama bu zaferi sağlayan kapitalist demokrasiler ve "komünist" rejimler, onların gerisindeki liberal ve komünist tasavvurun öngördüklerinden umut kırıcı biçimde farklı oluşumlardı. İnsan ve toplum fenomenini tam bir vukufla kavrayacağı zeminden hareket ettiğini varsayan "Aydınlanma"nın bu varsayımının, hayli aceleci ve iyimser olduğunu teslim etmek gerekiyordu artık.



Şimdi artık İspanya İç Savaşı'nda anarşistleri, kendilerini özgürlükçü komünist diye tanımlayan İspanyol anarşizmini anlatan bu kitabın neden "Ölüm şenliği" ile başladığını anlayabiliriz.


Liberalizm ve komünizm, Aydınlanmanın büyük ve has evlatları ise anarşizm de onun asi çocuğudur. Aydınlanmanın insana has özellik ve yetilere tam güvenden türeyen ana mesajına, belki de o iki has evlattan daha fazla ve sadece buna iman etmiş olduğu için, özel yaklaşımı olabildiğine sade, dolayımsız ve nettir. Hem toplum üzerinde özel bir baskı cihazı olarak devleti, hem de insanlar üzerinde hepsi de iktidar/ güç/baskı ilişkilerini empoze eden kurumlar ağı anlamında devleti, tüm "kötülüklerin anası" addeden, o cihaz ve ağın yok edilmesiyle, onlar tarafından baskı altında tutulan insanın eşitlikçi, dayanışmacı ve özgürlük isteğiyle yüklü "özü"nün nihayet açılıp serpileceğine iman etmiş olan anarşizm, bu yalın ve çizgisel mantığının gereği doğrudan eylemi savunur. Ne liberal ne de komünist (Marksist) felsefe anarşizmin bu uç noktasına vardırılmış devlet eleştirisini içermez değillerdir. Sadece Marksizm değil, soy liberal akım da nihai hedef olarak "gece bekçisi"ne indirgenmiş bir devletten söz eder. Ama onlara göre devlet neden değil, sonuçtur.

Anarşistlerin devlete atfettikleri olumsuzlukların nedeni, kaynağı, orada değil, asıl olarak iktisadi alandadır. Dolayısıyla devletin bir gece bekçisine indirgenmesi "iktisadi" düzeyde yapılacak değişimlerle mümkündür. Siyasal iktidar bu değişim için kullanılacak tek ve zorunlu araçtır. Dolayısıyla "realist" devrimcilere göre kapitalistlerin elinde onca olumsuz rol oynayan devlet, kendi ellerine geçince "devrimci inşa"nın baş aktörü oluverir.

Fakat bu nokta her şeye rağmen yine de sadece yüzeydeki ayrılığı yansıtır. Her ikisi de "komünizm" şiar ve hedefini sahiplenen anarşizm ve Marksizm arasındaki bir süre devam eden birlikteliğin kopuş nedeni, devlet üzerindeki o tartışmadan ziyade daha temel bir noktadadır. Gayet özetle ifade edilecek olursa: Anarşizm insanın adeta zaten sahip olarak zuhur ettiği bir "öz"ü varsayar. Tarih boyunca özel olarak devletler, bu özü baskı altında tutmak, parçalamak diye özetleyebileceğimiz bir işlevi yürütmüşlerdir. Oysa liberal ve özellikle Marksist felsefe, karmaşık eğilimler, güdüler toplamı olarak tanımladıkları insanın, bu bakımdan bir "öz"ünden söz edilemeyeceğini, ama tarihî evrimi, deneyi içinde, bu "ham" halinden anarşizmin "öz" dediğiyle bağlantılı, ona yakın, hatta örtüşen bir yüksek düzeyde uygarlaşma haline yönelen bir doğrultu izlediğini kabul ederler. İnsan bu hedefe yöneldiğinin "bilinci"ne varabilir, ama bu "nokta"ya sağlamca varabilmesi için onu istiyor olması yetmez; bunu mümkün kılan koşullar olgunlaşmış olmalıdır ve ayrıca bu varsayıldığında dahi çabaları o hedefe yöneltecek, yönelen topluluğu bir siyaset dahilinde organize edecek bir yapı şarttır.


I. Enternasyonal'i Marksistlerle birlikte oluşturan anarşistlerin, burada Marksistlerle başlayan tartışmaları bu yapı sorunundan doğup yaygınlaştı. Anarşistler, Marx'ı ve Marksistleri bu "yapı" ile ezilen kitleler üzerinde yeni bir egemenlik, bir otorite düzeni empoze etmekle itham ettiler. Anarşistlere göre bu yapı "devlet"in fonksiyonunu üstlenecek, en yüce bilgiyi ve "bilme"yi temsil eden tepeden aşağılara doğru örülmüş o yapının altında insanlar, gerçekte yeniden köleleştirilmiş olacaklardı. Bu yapı altında eşit bir paylaşımın yürürlükte olması, ona belki "komünizm" denmesine yol açardı, ama bu özgürlükten yoksun bir "komünizm" olurdu veya ona komünizm denemezdi.

Sonuçta anarşizm ve Marksizm, karşılıklı ağır suçlamalarla geçen birkaç yıllık bir tartışmadan sonra düşman kardeşler halinde ayrışıp birbirlerinden koptular. Sonraki onyıllar boyunca, Marksist hareketin gösterdiği gelişmenin yanında oldukça "mütevazı" kaldıysa da anarşist hareket, işçi sınıfı içinde etkinliğini sürdürdü, hayli etkin ve militan bir hareket olarak var olageldi. Güç dengelerini izleme, pazarlık ve uzlaşmalarla, güç manevraları ile yürütülen siyasal faaliyet yerine doğrudan emekçi/işçi kitleleri arasında sistemi çökertecek ve ölümcül vuruşa hazır hale getirecek bir genel grev için uğraş verirken, "öncü" anarşist kişi ve grupçuklar da sistemin sinir merkezlerine saldırmaktaydılar.

Enzensberger'in gayet canlı bir sergilemeyle tarihini ve yüzyıl başından İç Savaş'a kadarki dönemdeki manzarasını anlattığı İspanyol anarşizmi, hareketin öteki ülkelerde ayrışmış olan bu iki kanadının adeta organik biçimde iç içe olduğu tek örnektir.

Özellikle Katalanya’da işçi sınıfının büyük çoğunluğunu kendi sendikal konfederasyonunda toplamış anarşizm, Aragon ve Endülüs bölgelerinin yoksul köylüleri içinde de büyük ölçüde etkindir. Ve bunlar kadar ilginç olan bir nokta da pek az aydının ona katılmış olmasıdır. Ama bu onların "bilgiye sırt çevirmiş" olduklarının da asla kanıtı değildir. Aksine olağanüstü bir bilgi ve bilme arzusu vardır ve H.M.Enzensberger, kitabın 2. bölümünün girişinde bunun son derece dokunaklı örneklerini vermektedir. Ayrıca anarşist "öncü"ler, ele geçirdikleri paranın bir bölümünü silah, mermi gibi genel grev ve isyanın "malzemeleri"ne sarf ederken, öbür bölümünü mutlaka matbaa ve özellikle köy kütüphaneleri kurmak için vermektedirler.

Bütün bunlar, bir anlamda İspanyol anarşizminin insanın "özü"yle ilgili temel inancına tümüyle sadık bir oluşum olduğunu, adeta o tezin doğruluğunu kanıtlamak iddiasının cisimleşmesi sayılabileceğini gösterir. Yöneten-denetleyen, yol çizen bir aygıtı olmaksızın bir hareket, onu oluşturan çoğu ümmi insanların, bu toplumun en hor, en insandışı görülen yığınının sadece bilgilenerek, "öz"ü üzerindeki "kapağı" fırlatmak için harekete geçebileceğine ve bunu ne zaman yapacağına kendiliğinden, tamamen yatay bir bilgi ve karar akışıyla tayin edebileceğine, nasıl sorusunun da yine aynı kendiliğindenlik içinde cevabını bulacağına inanmaktadır. Bu konuda tek ilkeleri vardır, o da insanın özüne, özgürlük arzusuna ket vuran mevcut düzenin kuruluşlarına benzer "yapılar" içine girmeden, o tür yapıların dokusunu oluşturan örtük veya açık bir otoriteye itaati empoze eden ilişki düzenlerinin dışında, özgür ve gönüllü ilişkiler zemininde davranmak.

Anarşist felsefenin özeti, onun ütopyasının temeliydi bu ilke. Bu ilkeye sadık kalarak, bu ilkeye dayanarak er geç zafere ulaşacaklarına inanarak İç Savaş günlerine kadar gelmişlerdi. Ye İç Savaş'ı, o nihaî günün geldiği havasıyla karşıladılar. Karşılarında anarşist ilkenin tam zıddına iman etmiş, otorite ve hiyerarşiye tapan eğilimlerin her türünün oluşturduğu bir cephe vardı. Bu tapınmanın en mutlak biçimini aldığı "muntazam ordu" halinde anarşistlerin karşısındaydı.

Öbür müttefikler için ortada iki düşman güç vardı ve sadece zaferi kazanmaktı sorun. Oysa anarşistler için eğer zafer, militer bir örgütlenmeye girilerek kazanılacaksa; bu da bir yenilgi anlamına geliyordu. Felsefelerinin temeliyle, ütopyalarının özüyle ilgili bir sorundu bu. Bu ilkeye uyulur, yani savaş militer nizama girme reddedilerek verilirse, yenilgi kaçınılmaz diyordu müttefikleri. Bu itirazı kabullenmek, anarşist ilkenin dayandığı insanın özüyle ilgili ana görüşün zaafını teslim etmek, "ütopya”yı tahrip etmek demekti.

"Gün geçtikçe ayaklanmış generallerin mi, kendi savaş biçimlerini İspanyol devrimcilerine zorla benimsetecekleri, yoksa tam tersine yoldaşlarımızın mı militarizmi yıkacakları sorusu daha da önem kazanıyor." (...)

"Öte yanda, İspanya Halk Cephesi'nin belli bir kısmı militarizme karşı militarizm ile savaşmak, düşmanı kendi silahlarıyla yenmek, ordu birlikleri ve en gelişmiş ağır silahların kullanıldığı düzenli bir savaş sürdürmek niyetinde; bu niyet, politik bakımdan zorunlu nedenlere dayandırılıyor. Söz konusu çevreler, mecburi askerlik hizmetine, müşterek başkomutanlığa ve stratejik savaş planına sığınıyorlar. Kısacası, az ya da çok faşizmi taklit ediyorlar. Bolşevizmden etkilenmiş bazı yoldaşlarımız da ‘Kızıl Ordu’ kurulmasını talep ediyor. Bu tavır, bize her açıdan tehlikeli görünüyor." L'Espagne Antifasciste (abç) (Shf 226)

İç Savaş'ın ilk aylarında anarşistler, kendi öz ilkelerine uyarlı-milis örgütleriyle savaşa katıldılar. Ama çok geçmeden muntazam orduya has olup reddettikleri, yıkmayı amaç bildikleri kural ve uygulamalara müracaat etmeden zaferin kazanılmayacağı görüşü, bizzat anarşist saflarda da dile getirilir oldu.

Ya ilkede direnilecek, belki zafer tehlikeye sokulacak, ama "ütopya" korunacaktır ya da "gerçeklik" kabullenilecek, böylece belki de "zafer" kazanılacak, ama ütopya da ya yitirilecek ya da terk edilecektir.

Durruti'nin şahsında İspanyol anarşizmi bu dilemmayı, bu trajediyi yaşadı. Durruti "gerçekliği" biraz olsun kabullenmekten yana bir eğilim göstermişken öldü. Şahsında İspanyol anarşizmini tüm yönleriyle birleştirmiş onun sembolü olmuş bu efsanevi önderin ölüm biçimi de, sembolü olduğu hareketin kaderini tamı tamına simgelemektedir. Kendi silahının binek otomobilinin bir yerine takılıp ateş almasıyla vuruldu Durruti.

Onun ölümü, modern çağ ütopyalarının sonuncusunun da ölümünün habercisi oldu.


Enzensberger'in kitabı bu çift anlamlı ölüme adanmış bir ağıttır. Ancak son umudunu yitirmiş, bezgin bir ağıtçı değildir o. Tıpkı kitabının son bölümünde anlattığı İspanyol anarşizminin hayatta kalmış, şimdi artık hayli yaşlı mensupları gibi, yalın, soylu ve bilge bir üslupla konuşmaktadır.

Bunlar sahici bir ütopistin özellikleri, ona tam da yaraşan vasıflardır. Ama bunların saygı ve takdir uyandırıcı, özendirici olduklarını ne denli kabul etmiş olursak olalım; bu duygularımız "Ütopyaların kaderi" ile ilgili yerleşik yargının ağırlığı altında ezilir. Ütopyaların ya yenilgi veya terkle ya da aşmaya çalıştıkları gerçekliklere teslim olup bozulmayla sonuçlandığı şeklindeki bu yerleşik yargıyı tarih her defasında doğrulamış gözükmektedir.

Bu manzara karşısında şimdiye kadar böyle oldu, ama bundan böyle olmayacak, olmayabilir demenin o kadar da kolay olmadığı ortadadır. Ancak şu noktayı da vurgulamak gerekir ki; sahici ütopyalar gelişigüzel hayaller, tasavvurlar değildirler. Onların aşmaya çalıştıkları "gerçeklik"ler nasıl insanî toplumsal varoluşumuzun belli boyutları ile ilgili, onların ifadesi iseler, ütopyalar da o boyutlar kadar sahici başka boyutlarımızla ilgilidirler.

Eğilimler bazında konuşursak; şu söylenebilir ki, istisnasız tüm ütopyalar, insanların eşitlik, eşdeğerlilik, dayanışma, diğerkâmlık, özgürlük ve yücelme arzu ve ihtiyaçlarına seslenir. "Gerçeklikler adına konuşanlar ise insanın kendi organik varlığını koruma güdüsünden kaynaklanan, öz çıkar arayışı, sahiplenme ve başkalarına egemen olma dürtülerinde ifadesini bulan, dolayısıyla da insanları aralarında bir mücadeleye, eşitsiz ilişkilere, konumlanışlara iten doğal eğilimlere, yaradılışsal farklılıklara işaret ederler. Onlara göre toplumsal düzen ve projeler, işte bu doğal eğilim ve farklılıkların zorunlu önceliğini kabul eden yapılar olmalıdırlar. Toplum tasavvurları bunları yok sayarak ya da yok edilebilirliğini, aşılabileceğini varsayarak oluşturulursa; çok geçmeden bu "gerçekliklerin kayasına çarpar, kırılırlar veya o gerçekliklerin bizzat kendi bünyesinde de zuhur ettiğini, projeyi kendine uydurmaya icbar ettiğini görür, bunu önlemeye kalkıştığında da parçalanıp yok olurlar. Ütopyaların "kaçınılmaz kaderi" bu "mekanizma"da yazılıdır. O nedenle de ütopyaları besleyen eğilimlere hayatımızda kalıcı bir alan verilmek isteniyorsa, ilkin bunların toplumsal düzen ve ilişkilerin belirleyicisi olamayacakları peşinen bilinmeli; mevcut koşullarda o doğal eğilimlerin tatminini kabul ettirilebilir kural ve ölçütler dahilinde sağlayan yapı ve ilişkilerle toplumun dokusu kurulduktan sonra, Ütopyayı çağrıştıran elemanlarla "takviye" edilmeli, yumuşatılmalıdır.

Aydınlanma çağının tüm ütopyaları, bu akıl yürütmenin eleştirisi üzerine kuruldular. Ortak inanç şuydu ki; bu akıl yürütme, kaynakların, üretim düzeyinin tüm insanların doğal ihtiyaçlarını yeterince karşılamaktan uzak olduğu, üretimin doğa koşullarının "keyfine" bağlı olduğu, kıtlık tehlikesiyle her an karşılaşılabileceği, "tarih öncesi"nde geçerli olabilirdi. Öyle bir ortamda "devlet"te ifadesini bulan düzenleyici kurum ve kuruluşların bir vahşet ve kaos ortamının doğmasını önledikleri bile söylenebilirdi.

Ama bilim ve Sanayi Devrimi, üretim yetersizliği ve kıtlık ihtimali olgularını ortadan kaldırdığına, önümüze bu sürekli tehlikenin kaybolacağı bir ufuk açtığına göre; doğal ihtiyaçlarımızı karşılayamama korkusunun tahrik ettiği o doğal eğilimler gevşeyebilir, paylaşımı ve paylaşım ilişkilerini düzenleyen iktidar-otorite mekanizmaları baskıcı niteliklerinden arındırılmayla başlayan bir gereksizleşme sürecine girebilirler. Hepsi de üretimin sürekli artışına, aşağı yukarı böylesi bir iyimserlikle bakan Aydınlanmanın Üç büyük akımının her birinin de devleti, ya giderek küçülmesi ya giderek sönmesi veya derhal ortadan kaldırılması gereken bir "kuruluş" olarak görmeleri bu varsayımdan kaynaklanmaktaydı.

Oysa süreç, iktidar ve otorite ilişkilerini vareden nedenin, şu yukarıdaki ekonomik tahlil ve akıl yürütmenin işaret ettiğinden çok daha derinde olduğunu gösterdi. İktidar ve egemenlik ilişkisi iktisadi ilişkilerde, paylaşım-bölüşüm ilişkilerinde de tezahür edebilir, ama kaynağını buradan almamaktadır. Hayatın herhangi bir alanında güç ve otorite konumunda olmak ve buradan o alana ilişkin insan faaliyetlerini belirleyebilmek, yönlendirebilmek iktidarına sahip olmak, başlıbaşına bir eğilim, bir "ihtiyaç türü" olarak ayırt edilebilmektedir. Burada söz konusu olan zor kullanma, yasa ve kural koyma tekel ve gücü anlamında bildik bir iktidar kavramı değildir.

O kavram iktidarı, üretim ilişkilerine, hatta sivil toplum ilişkilerine dışsal bir olgu addeder ve devlet aygıtını kasdederdi. Oysa bilim ve Sanayi Devrimi ile bu klasik iktidar olgusunun yanı sıra, ama bu kez doğrudan üretim ilişkilerine içselleştirilmiş olarak, geniş insan yığınlarının her bakımdan iktidarsızlaştırılması diye tanımlanabilecek yepyeni bir olgu gündeme gelir. Üretim düzeninde, geniş insan yığınlarının giderek canlı robotlara dönüştürülerek yer alması, nasıl onları bilim ve teknikleri geliştiren ve yönlendirenlerin, hatta makinelerin kölesi, oyuncağı haline getirmişse, bu bağlamda oluşan standart kitle insanları zihinsel etkinliğin tüm alanlarının da pasif alıcılarını, nesnesini oluşturur.

Tüketim, tüketim ideolojisini, pekala bu içten iktidarsızlaştırılmanın karşılığı, avundurucusu diye mütalaa edebiliriz.

19. yüzyıl sonlarından 20. yüzyıl ortalarına kadar hem işçilerin kendi kendilerini yönetebilir bir sınıf olmaları konusuna aşırı vurgu yapan sendikal mücadeleleri ile hem de Bakunin, Stirner, Kropotkin, Sorel gibi teorisyenlerince yapılmış kapitalist toplum ve devlet eleştirileri ile anarşist gelenek; şu yukarıda gayet özetle tanımladığımız oluşumun ortaya koyduğu son derece ciddi sorun(lar)dan duyulan derin rahatsızlığın habercisidir. Adeta bir yeni kölelik durumuna sürüklendiğimizi sezmişçesine, yürekten gelen bir reaksiyonla otorite ve egemenlik ilişkilerine karşı köklü bir başkaldırının çağrısını, gücü yettiğince yapmaya çalışmıştır.

Anarşist mücadele ve entellektüel mirasın yetersizliklerinden, zaaflarından şüphesiz söz edilebilir. Ama onun özellikle Türkiyeli okur için hemen hemen hiç bilinmeyen tarihi; gerçek özgürleşmenin imkansızlaştırıldığını sezmenin çığlığı ile belirlenmiştir, onunla yüklüdür.

Marksist sosyalist geleneğin bu çığlığa kulaklarını tıkaması onunla tartışma ve diyalogu kesmesi, hatta düşman addetmesi, tarihinde yaptığı en vahim hatalardan biri olmuştur. Aynı şey anarşizm için de söylenebilir. Birbirlerini dışladıkları oranda ister istemez kısırlaşan bu iki akım, birbirlerini en azından aynı tarihsel arayışın iki mecrası olarak kabul etmiş olsalardı; sanırız karşılıklı etkileşim sonucu, hiç değilse komünizm ütopyalarını, Sanayi Devriminin olduğu gibi benimsenmesi varsayımı üzerine kurmamaları gerektiğini vaktinde kavrayabilirlerdi. Sanayi Devriminin yukarıda özetle ifade ettiğimiz geniş yığınları "içeriden iktidarsızlaştırıcı" vasfını tespit etmenin hiç de uzağında olmayan Marksist analizin bu durumda anarşizmin özgürlük vurgusuyla hiçbir sorunu olamayacağı gibi, I. Enternasyonal'deki biraradalığını, tarihin ortak bir yenilgiyle sonuçlanmış şu noktaya gelmemesini mümkün kılan bir sentez yaratabileceğini, ancak şimdi düşünebiliyoruz.

Bu imkan harcanmıştır. Ama böyle bir ihtimali bugün tasarlayabiliyor olmamız, her ikisinin ortak ütopyasının hiç de yenilgiye mahkûm olmadığını düşündürtebiliyor. İspanya'nın 1930'larda bütün bir çağı sorgulatan dramı ortasında anarşizmin yaşadığı trajediyi, kendi trajedimiz gibi hissetmek, bu düşünceye çok şey kazandıracaktır.

* 20. yüzyılın ilk onyıllarındaki aydınların Marksizme yönelişlerindeki dikkate değer artış olayı hatırlanmalıdır.

Ocak 1993

Hans Magnus Enzensberger, Anarşinin Kısa Yazı - Buenaventura Durruti'nin Yaşamı ve Ölümü Türkçe baskısına Önsöz (Ayrıntı Yayınları, İstanbul 1993)