Popülizm Savaşlarının Ön Saflarında

“Tabii ki popülistim.”

Fransa’daki cumhurbaşkanlığı seçimlerinde aday olan Jean-Luc Mélenchon bu sözleri Eylül 2010’da haftalık Fransız dergisi L’Express’e verdiği uzun bir röportajın sonlarında sarf etmişti. Vaktiyle bu çarpıcı ifade kamuoyunun dikkatini çekmek için kullanılmış olsa da Mélenchon’un sözleri şüphesiz Avrupa’da solun gideceği yön ile ilgili güçlü bir öngörü içeriyordu. Avrupa solu, kitle yağmacılığı ve postmodern soykırımlar ile ilişkilendirilen popülizmi nereye koyacağı konusunda uzun süredir kararsızdı. Daha yeni yeni “sol popülizm” kavramını benimsemeye başlıyorlar. Mélenchon da 2017 yılının Ekim ayında yaptığı şu açıklamayla artık lafı dolandırmanın gerekmediğine karar vermişe benziyor: "Bence sol popülizm, sol için tek çıkış yolu.”

Mélenchon bu sözleri Fransa cumhurbaşkanlığı seçimlerinin sonrasında, Belçikalı siyaset kuramcısı Chantal Mouffe ile katıldığı bir tartışmada söylemişti. Mouffe aynı zamanda konu üzerine düşüncelerini paylaştığı For a Left Populism (Sol Popülizm İçin) adlı son kitabının girişinde de Mélenchon’a teşekkür ediyor. Mélenchon gibi Mouffe da sol popülizme duyduğu yakınlığı gizlemeyenlerden. Kitabının sonlarına doğru, Mouffe “siyaseti sermaye ve işgücü ikiliğine indirgeyen” ve “işçi sınıfına atfettiği ayrıcalık” ile elverişli bir şekilde “işçi sınıfını sosyalist devrimin aracı olarak sunan” sol çevrelerin, kendi popülist sol yaklaşımını topa tutmasının beklenen bir şey olduğunu kabul ediyor. Ancak Mouffe bu tür eleştirilere ilk çalışmalarından beri maruz kaldığını belirtiyor. Mouffe kitabında “Bu eleştirilere karşılık vermenin bir anlamı yok çünkü kökenleri bizzat benim karşısında durduğum ve eleştirdiğim siyaset anlayışına dayanıyor,” diyor.

Mouffe’un bu ifadeleri sol popülizm hakkındaki argümanlarının bir örneği. Sınıf-kitle, halk-işçi çatışmaları gibi fi tarihinden kalma söylemleri ibadet eder gibi tekrar etmekten kaçınan Mouffe, belki akademik bir teze değil ama tartışmalı bir kitaba imza atıyor. For a Left Populism’in başında Mouffe şunları söylüyor: “Amacımın zaten son derece bol ürün veren ‘popülizm çalışmaları’ alanına katkıda bulunmak olmadığını açıkça belirmek isterim.” Mouffe, “popülizmin ‘gerçek doğası’ hakkındaki kısır akademik tartışmaya girme niyeti” olmadığını da belirtiyor. Buna karşılık, eser “siyasi bir müdahale amacı taşıyor” ve “taraflı yapısını açık açık kabul ediyor”.

Bu açık sözlülük, özellikle Mouffe’un çalışmalarına aşina olanlar için, hiç de şaşırtıcı değil. En güncel ve önemli çalışmalarından biri olan Agonistics (2013) kitabından beri Mouffe bir yazar olarak yer aldığı en önemli girişimlerde siyasi aktörler ile doğrudan irtibat halinde. Mesela Podemos hareketinin sembolik lideri Inigo Errejon (Podemos: In the Name of the People, 2016) ile Euro krizi sonrasında güney sınırındaki siyasi dalgalanmaları masaya yatıran kişi Mouffe’un ta kendisiydi. İngilizce kaleme aldığı On the Political (L’illusion du consensus) adlı eserinin Fransızcaya çevirisi ise 15 yıllık bir gecikmenin ardından raflarda yerini aldı. Görünen o ki felsefi hareketlenmeler Mouffe’un lehine işliyor.

Mouffe’un sol popülizm modeli medya camiasını çalkalarken, eleştirmenleri de hiç vakit kaybetmedi. 1980'lerde ilk ortaya çıkışından bu yana Mouffe’un sol popülizmi “post-Marksist bir lüzumsuzluk” (Norman Geras), “tehlikeli bir kışkırtma” (Slavoj Zizek), “bir küskünlük belirtisi” (Eric Fassin) ya da “liberal bir sapkınlık” (Ellen Meiksins Wood) gibi ifadelerin de aralarında bulunduğu çeşitli eleştirilere maruz kaldı. Yakın zamanda Belçika’da gerçekleşen bir konferansta “Sol popülizm pratikte işe yarayabilir, ama teoride kesinlikle işe yaramıyor!” sözleriyle Slavoj Zizek birçok popülizm meraklısına tanıdık gelen bir düşünceyi dile getirmişti.

Zizek ile Mouffe’un kitabında da varlığı sık sık hissedilen Arjantinli siyaset felsefecisi Ernesto Laclau arasındaki tartışma 10 yıl önce Critical Inquiry dergisi sayfalarında aniden sona ermişti. Popülizm tartışmasının ekmek kapısı olan sınıf, ekonomi ve demokrasi konuları etrafında dönen diyalog, günümüz solunda halen görünürlüğünü koruyan iki taraf arasındaki çıkmazı gözler önüne sermişti.

Bir yanda, Zizek’in de içinde yer aldığı “komünist hipotez” ile bağlarını koruyan sınıf merkezli bir sosyalizm yer alırken; öte yanda Laclau’nun içinde bulunduğu, sınıf çıkarlarından ziyade popüler kimlik merkezli daha bütünlükçü bir sol bulunuyor. Üstelik iki düşünürün de birbirine gitgide kişiselleşen hakaretler etmelerine kadar varan bu tartışmanın sonu şaşırtıcı şekilde hiddetli olmuştu. Son yazısında Laclau, “gerçekten var oldukları halde Zizek’in hayali özellikler atfettiği” işçi sınıfının tam da bu yüzden “sahiden de dünya dışı bir yanı” olduğunu söylemişti. Laclau’ya göre yapılması gereken açıktı: artık var olmayan işçi sınıfına dair çağdışı modellere takılıp kalmak yerine, “bugün radikal siyasetin asıl amacı bir halk ‘inşa etmek’” olmalıydı.

Sonsuz Döngü

Eleştiri yağmuruna tutulan tartışma, bugün tekrar edilmeye değecek pek az noktaya değiniyordu. Ancak Laclau’nun Zizek’e cevaben yazdığı son yazıda geçen bir kısım bir yandan kayda değerliğini halen sürdürürken diğer yandan da Mouffe’un son kitabı ile yakından ilişkili. Zizek, sol popülizmin “bir düşman yaratma” ihtiyacına dikkat çekerek Laclau’yu “sağın ekmeğine yağ sürmek” ile suçladığında, Laclau bu suçlamaya karşı çıkma ihtiyacı dahi hissetmemişti. Laclau, “Hatta, bir düşmana karşı popüler bir kimliğin inşası siyasetin bizzat tanımıdır” demiş; sol sağa karşı galibiyet kazanmak istiyorsa, solun da sağın kullandığı “sembolik mekanizmaları” kendi ilerici gündemini gerçekleştirmek üzere kullanması gerektiğini söylemişti.

Tabii ki, sağ kanat popülistlerin başarısına karşı solcuların tam olarak ne yapması gerektiği sorusu pek de yeni sayılmaz. Sol popülizm üzerine başka bir güncel tartışma olan Mouffe-Fassin tartışması da benzer soruları gündeme getiriyor. Jacob Hamburger’in de belirttiği gibi Mouffe’un çalışmalarının Fransa’ya geç ulaşması, sırf memnuniyetsiz işçileri yatıştırmak için “karşı tarafla iş birliği yapmaya” gerek olmadığını iddia eden sol kanat seslerin yükselişini de beraberinde getiriyor. “Aşırı sağın seçmeni, endişelerini ciddiye almamız gereken kurbanlardan ziyade empati kurmak yerine mücadele etmemiz gereken acınası tutkularına esir olmuş siyasi özneler,” diyor Fassin. Sol popülistlerin, sağ popülistlerin halkın savunucusu gibi görünebileceği iddialarının ikna edici olabileceğini kabul etse de Fassin bu tür “telafi” çabalarının uzun vadede elde edeceği başarıyı sorguluyor. Laclau ve Zizek tartışmasında da olduğu gibi, Fassin’in popülizmi büyük bir günah haline getirdiğini iddia ettiği her özellik (özellikle, kendini sağ-sol ekseninde konumlandırmaması), bu tür özelliklerin her siyasi uğraş için vazgeçilmez olduğunu iddia eden eleştirmenler tarafından bir meziyet olarak görülüyor.

Benzer bir durum For a Left Populism’de de mevcut. Kitabın “Thatcherizm’den Ders Almak” başlıklı bölümünde, Mouffe kendi sol popülist taktikleri için kültür kuramcısı Stuart Hall’a başvuruyor. Aradaki bağlantı şaşırtıcı değil. Sonuçta, Demir Leydi’nin görünürde karşı koyulamaz yükselişi sosyalist oluşumların yapılarının sorgulanmasına yol açtığında, yani 1980'lerin başlarında, Hall “Thatcher’dan öğrenmek” gerektiği çağrısında bulunan ilk kuramcılardandı. Thatcher’ın “popülizmini” bir sapkınlık olarak ötelemek yerine, Hall meslektaşlarını Demir Leydi’nin bu neoliberal ayininin arkasındaki mantığı arayarak onun “otoriter popülizmine”, “demokratik bir popülizm” ile cevap vermeye davet etmişti. 

Maalesef, 90larla birlikte cazibesini kaybeden Blairizme başlarda oldukça hevesle yaklaşmış olmasına rağmen, Hall’un demokratik popülizmi hiçbir zaman gerçekleşmedi. Eleştirmenlerin gözünce, Hall’un yaklaşımı inkâr ve telafi arasında tekinsiz bir şekilde gidip geliyor ve sosyalistlerin Thatcher’ın “organik Toryizminden” tam olarak ne öğrenmesi gerektikleri sorusunu yanıtsız bırakıyordu.

Hall ve eleştirmenleri arasındaki tartışma Avrupa’daki popülizm tartışmasının yazılı olmayan kurallarından birini ortaya koyuyor: Tartışma ne kadar değişirse değişsin hep aynı kalıyor. Fassin’in Mouffe’a yönelttiği suçlamaların büyük kısmı Hall’a gelen eleştirilerin bir tekrarı gibi görünürken, Mouffe-Fassin tartışması da kimi zaman Zizek ve Laclau arasındaki o eski atışmayı andırıyor.

Fakat sol popülizmi eleştiren solcular bir soruya cevap vermekte halen zorluk çekiyor: Nasıl oluyor da sol popülizm, özellikle sandık başında, böyle işe yarıyor ve neden her geçen gün daha fazla Avrupalı, sol popülizme karşı koyulmaz bir yakınlık hissediyor?

Buradaki en önemli etken şüphesiz Mouffe’un “temsil” kavramına sebat ile bağlı olması. Liberal sağduyuya karşı ödün vermek bir yana, Mouffe sol kanattaki her organizasyonda delegasyon benzeri yapılar olması gerektiği konusunda ısrar ediyor. Yalın dolayımsızlık ya da kendiliğindenlik talepleri (Michael Hardt, Toni Negri ve Joshua Clover gibi kuramcılar arasında popüler ifadelerle “çokluk siyaseti” ya da “isyancı siyaset”) Mouffe’un projesine uzak kalıyor. Mouffe, solun ılımlı bir öncücülüğe geri dönmesi ve tekrar hegemonya mücadelesinin kazanılabileceği tek alan olan parti formuna kavuşması gerektiğini söylüyor. Aynı şekilde, Mouffe kendi “radikal demokrasi” projesini, kendi yarattıkları krizi daha da büyüten kura kuramlarından [theories of sortition] (Belçikalı gazeteci David Van Reybrouck’un “hükümeti kura ile” oluşturma teklifinde de görülen sıradan vatandaştan oluşan jürilerden hükümet kurma fikri) ve liberallerin benzeri geçici çözümlerinden ayrı tutuyor. “Demokrasiyi temsilci seçmeye indirgediğimiz için,” diyor Van Reybrouck “mevcut sistemden faydalanmak gittikçe zorlaşıyor.”

Mouffe ise aynı fikirde değil. Mouffe’a göre partiler ve parlamentolar halen “halkın kendine sosyal dünyada bir yer edinmesini sağlayan sembolik belirteçler olma görevi görüyor.” Ancak üye sayılarının düşmesi ve partilerin neoliberaller tarafından ele geçirilmesi bu sembolik alanların “demokratik bir toplum için olumsuz sonuçlar doğuracak” başka tartışmalar ile meşgul olmalarına neden oluyor. Liberalleri kendi sahalarında alt etmek için Mouffe çözümün “ezelden beri var olan antagonizm ihtimalinin artık kabul edildiği” “gerçek bir çoğulculuk” olduğunu öne sürüyor. Mouffe’a göre, “popülist harekete” verilmesi gereken cevap tüm aracı kurumlardan ardına bakmadan kaçmak yerine, her “sol popülist stratejinin” gerçek amacına uygun düşecek şekilde, “kurumlarımızın daha çok kişiyi temsil etmesini sağlamakta” yatıyor. Mouffe, sosyal öznelerin “temsil edilmeden var olamayacaklarını” söylüyor.

Mouffe’un bu yöntemin sonuçlardan muzaffer bir şekilde bahsetmesi gayet anlaşılır. Hardt ve Negri’nin son kitabı Assembly’yi konu alan keyifli bir tartışma sırasında, Mouffe kitabın yazarlarının çalışmalarında asgari bir liderlik modelini kabul etmiş olmalarının altını çizerek kendi adına bir zafere işaret eden bu başarıyı kutluyor. (En kararlı popülizm karşıtlarının bile Mouffe’un popülizminin demokratik bir kurumun en temel boyutunu ele aldığını inkâr edememesi açıkça Mouffe’un popülizminin üstün durumda olduğunu gösteriyor.) Negri ve Hardt gibi kuramcılara karşı gelerek Mouffe, uygun görülen bir siyasi aktörün zaten var olan bir sosyal ilişkiler bütününden “bir listeden rastgele okur gibi” belirlenmesine karşı çıkıyor. Bunun yerine, tartışmaya açık bir şekilde “lider” figürünün temsil ettiği merkezi bir kurum tarafından “halkın” inşa edilmesi ve şekillendirilmesi gerektiğini söylüyor. 

Solcular ise bu görüşe şüpheyle yaklaşıyor. Sol popülizmin lider figürüne duyduğu ihtiyaç, birçok sol popülizm karşıtının hareketi tepeden inmecilikle ve hatta Bonapartizm ile suçlamalarına neden oluyor. Aynı şekilde bu lider ihtiyacı, liberal yazarların sol popülistleri yalnızca “liberalizm karşıtı” değil “çoğulculuk karşıtı” olmakla da suçlamalarına yol açıyor. Örneğin, Jan-Werner Müller, Cas Mudde, Matthjis Roodujin gibi uzmanlara göre, liberal demokrasinin kurulu sistem üzerinden ara sıra bir popülizm dalgası göndererek kurtarılabileceği düşüncesinin en iyi ihtimalle gerçekçilikten uzak, en kötü ihtimalle ise son derece tehlikeli olarak nitelendirilmesi gerekiyor. Bu yazarlar için, Mudde ve Müller’ın Hugo Chavez’in “iyi popülizmden kötü popülizme” örneğinde de gösterdiği gibi Mouffe’un popülizmi uzun vadede “gerçek çoğulculuğu” koruma sözünü tutamayacak. Ayrıca yazarlar şu soruyu sormaktan da geri durmuyor: Şayet Mouffe’un asıl teklif ettiği yenilenmiş bir sosyal demokrasi ise neden adını değiştiriyor?

Mouffe bu tarz çağrışımları nedeniyle “popülizm” adının geri dönülmez şekilde kirlendiği iddiasına karşı çıkıyor. Mouffe, böyle bir bakış açısının tarihsel olarak savunulmasının mümkün olmadığını söylüyor ve Atlas Okyanusu’nun öbür tarafında bu terimin farklı anlamlar taşıdığının altını çiziyor. 1891’de ABD’de kurulan Halk Partisi (American People’s Party) örneğinde olduğu gibi “popülizmin olumlu karşılandığı bağlamlar mevcut,” diyor kitabında. Başlarda büyük P harfi ile yazılan ilk Popülizm, Mouffe’un iddiasına göre, “demokrasiyi güçlendirmeye yönelik ilerici politikalardan yanaydı”, sonraları “liberaller tarafından benimsenip New Deal’da etkili oldu.” En azından Amerika’da, “bu ifade hala olumlu anlamlarda kullanılabiliyor.”

Peki, 19. yüzyılın Popülist hareketi üzerine yapılmış tonlarca çalışma bu iddiayı destekliyor mu? Görünen o ki sorunun yanıtı pek basit değil. Siyaset kuramcısı Jason Frank’e göre, Amerika’daki Halk Partisi’nin Mouffe ve Laclau tarafından öne sürülen özelliklere uyup uymadığı belirsiz. 1880'ler ve 1890'larda, Popülist Çiftçi Birlikleri (Populist Farmers’ Alliances) ve Granger kulüpleri karar alma mekanizmalarının yatay bir yapılanmaya sahip olmaları ve takdir yetkisi bulunan hiçbir otoriteye boyun eğmemeleri ile tanınıyorlardı. (Popülist koalisyonun bir hayli otoriter rejim karşıtı yapısı ise daha sonraları Popülist tabandan beslenmeyi uman sosyalist provokatörler tarafından sürekli eleştirildi. Bu kimseler, Amerikalı çiftçilerin Avrupa’daki işçi partilerindeki gibi bir dikey hiyerarşiye karşı koymalarından şikâyet ediyorlardı.)

Ancak Halk Partisi’nin kurumlar boyunca gerçekleşen uzun ilerleyişinin ya da tarihçi Lawrence Goodwyn’in ifadesiyle “Amerika’nın siyasi kültürünü değiştirme” girişiminin başlamasıyla partinin ulusal liderliği tabanından ayrılabildi. Kıskanç bir tutum içindeki taban ise parti prosedürlerinde tam şeffaflık konusunda ısrarcı olarak etkisini korumaya devam etti.

Önde gelen bir Popülizm tarihçisi olan Charles Postel’e göre, 1983 ekonomik krizi ve krizin etkilerinin uzunca bir süre devam etmesi bazı Popülistlerin çareyi kurtarıcı yerine koyacakları bir başkanda bulmasına neden olunca, Halk Partisi 1890ların sonlarında “Sezarist” bir baştan çıkarmaya yenik düştü. Fakat, sadece tanımından hareket edecek olursak, böyle örnekler bizim bugün bildiğimiz sol popülizmin güçlü bir liderlik olmadan işleyebileceği iddiasını zayıflatıyor.

Tabii ki Mouffe liderlik üzerine yapılan bu vurgunun bazı dezavantajları olduğunu kabul ediyor. Kitabında, “popülist stratejide liderin rolünün her zaman eleştirilerin odağı” ve “popülist hareketlerin otoriter olmakla itham edilmelerinin nedeni olduğunu” yazıyor. Ancak Mouffe kendinden emin bir üslupla uzun vadede popülist “liderlik” kaçınılmaz şekilde otoriter olacak diye bir kaide olmadığı ileri sürüyor. Mouffe, “Güçlü bir liderlik olumsuz sonuçlar doğurabilir ancak güçlü bir liderlik özü gereği otoriter rejime eştir demek için hiçbir neden yok. Önemli olan lider ve halk arasındaki ilişkinin doğası,” diyor. Mouffe, sol popülist liderin “lider ve halk arasında daha yatay bir ilişki” kuran “eşitlerin birincisi” olarak görülmesi gerektiğini savunuyor.

Boşluğa Hükmetmek mi?

Mouffe’un bu iddialarının sol popülistlerin kuşkularını bertaraf edip etmeyeceğini söylemek için henüz erken. Belki toplumsal hareketlerin belli bir miktar örgütsel birlik olmadan var olmayacağı söylenebilir. Sonuçta İkinci Enternasyonel’den bu yana neredeyse her Marksist yazarın kabul ettiği bir gerçek bu. Ancak kolektif bir iradenin oluşabilmesi için “karizmatik bir lider ile kurulan duygusal bağların” önemli bir görev üstlendiği “ortak duyguların belirginleştirilmesi sürecinin gerektiği” düşüncesi başlı başına farklı bir iddia.

Sol popülist liderlerin son zamanlarda yaşadıkları gösteriyor ki eleştirmenler bu tip bir liderlik konusunda bir hayli huzursuz. Liderler popülist koalisyonlara örgütsel birlik dayatmazlar, örgütsel birliği oluştururlar. Bu tür koalisyonlara en başta ideolojik bütünlük kazandıranlar da yine liderlerdir. Bu da bıçağın ne zaman kemiğe dayandığına karar veren “birilerinin” olduğunun ya da “oligarşinin demir kanunun” elbet kendi kendini gerçekleştireceğinin kabul edilmesinin ötesinde, taban ve lider arasındaki karşılıklı ihtiyaçların bambaşka olduğu bir tabloya işaret eder.

Ancak bu eleştirmenler sol popülizmin Sezarist bir zıvanadan çıkmışlığın gölgesinden kurtulamadığını düşünüyor. Matt Bolton’un Corbyncilik üzerine yaptığı ilk çalışmalardan birinde bahsettiği gibi, sol popülizm “en az klasik liberalizm kadar dikey hiyerarşi barındırıyor” ve bu durum sol popülizmi “clicktivism[1], “gesture politics[2] ve benzerlerine karşı savunmasız bırakıyor.  “Lider figürü o kadar önemli ki bir liderliğe tutunma eğilimi bu liderin parlamentoda gücünü kullanıp kullanamayacağı sorusunu gölgede bırakıyor,” diyor Bolton. Eğer sol popülizm sol için “yerel partilerinde iyi organize olmuş yeni üyelerin önemli mevkilere geldikleri, adaylıklarını koydukları” bir militan siyasetin yeniden doğuşu anlamına geliyorsa liderin buna “uygun düşecek şekilde önemini yitirmesi” gerekirdi. Fakat popülizmin lidere olan bağlılığı lojistik faydasının da ötesinde “liderin temsil etmesi gereken toplumsal hareketin zayıflığına ve hatta yokluğuna” bir işaret olarak düşünülebilir.

Bolton aynı zamanda sol popülizmin son zamanlardaki başarısına dair bilindik söyleme karşı ilginç bir bakış açısı sunuyor. Mevcut açıklamalar bu başarıyı sol popülizmin son yıllarda derinleşen sosyoekonomik yarılmaların önemini yeniden gözler önüne sermedeki becerisine dayandırıyor. Ancak Bolton’un açıklaması farklı. Bolton, sol popülizm ve Avrupa’nın parti sistemindeki önemli trendler arasındaki uyumun altını çiziyor. Parti üyesi sayılarının dibe vurduğu ve seçmen katılım oranlarının azaldığı bir dönemde, klasik siyasi belirteçler önemini kaybederek ucuz bir “kitle” siyasetinin önünü açıyor. İrlandalı siyaset bilimci Peter Mair’in meşhur ifadesiyle, bu oluşum politikacıların boş bir kamusal alanı yönettikleri, yani “boşluğa hükmettikleri” bir süreç. 

Böyle bir sürecin sonuçları ise Mair’e göre oldukça vahim. Parti tabanına kulak vermek ya da parti içi mekanizmaların talepleriyle ilgilenmek yerine, politikacılar (Macar eleştirmen Peter Csigo tarafından yerinde bir şekilde “neo-popüler” bir balon olarak adlandırılan) düzenli kamuoyu raporları için kamuoyunu manipüle eden kişilere sırtlarını dayadılar. Finansallaşma döneminde “üretken” ekonomiden kaçan kapitalistler gibi, “halkın aslında ne istediği” konusunda politikacıları bilgilendiren kamuoyu manipülatörlerinin yükselişi de artık toplumsal alt-yapılar ile bağlantılarını sağlayan yeterli iletim kanallarına sahip olmayan partileri kendi tabanlarından kaçınılmaz şekilde uzaklaştırıyor. 

Mair, tam da Avrupa’daki birçok partinin içlerinin boşalmış olması nedeniyle, bu partilerin liderlerinin daha da kendilerinden emin davranmak zorunda kaldıklarına dikkat çekiyor. Sonuç olarak, siyaset uzmanlarının ve siyasi karar alıcı konumundakilerin parti patronlarını, (parti) patronlarının söylediği şeylerin aslında seçmenin zaten en başından beri talep ettiği şeyler olduğuna ikna etmeye teşvik ettiği, topluma dair dönüştürücü bir vizyon barındırmayan bir siyasi pazarlama sistemi ortaya çıkıyor. (Örneğin, 1990ların sonlarında, Hollandalı popülist politikacı Pim Fortuyn yandaşları, Fortuyn için oy vermelerinin nedeni olarak politikacının “Aklımızdan geçenleri söylüyor” sloganını göstermişti. Bu akıllarından geçenin tam olarak ne olduğu sorulduğunda ise Fortuyn’un seçmeninin yanıtı tedirginlik vericiydi: “Fortuyn ne söylüyorsa o, tabii ki.”

Bu noktada Mouffe’un modeli bir kez daha 20. yüzyılın kitle partilerinden bariz bir şekilde ayrılıyor. Chris Bickerton’un da dediği gibi, bu partiler “temsil iddialarını” her zaman nüfusun belli bir kısmına dayandırmışlardı. Sol kanat partiler işçilerin çıkarlarını savunup liberal partiler işverenler ve küçük burjuva adına konuşurken Hristiyan demokratlar “bireyleri ve aileleri” savunduklarını düşünüyordu.

Bickerton, böyle bir ortamda “partinin merkezinde halen sıradan insanlar bulunduğu için güçlü bir liderin ikinci planda kaldığını” söylüyor. Buna karşın, ikincilleştirilmiş kamusal alanda kendilerini “mücadele ederek sisteme dahil eden” popülist partiler farklı bir çıkar hiyerarşisine sahip. Bizzat karşı çıktığı şerri ana akım partilerde yeniden üreten sol popülizmin bir lidere duyduğu ihtiyaç çareden ziyade bir semptom, demokrasinin düşüşünün hem bir ürünü hem de bu düşüşe bir reaksiyon niteliğinde.

Aracı Meşrulaştırmak

1980'lerdeki tartışmalar düşünüldüğünde bu meselelerden hiçbiri sol popülizm tartışmasında yeni değil. Ancak bu zorlu süreç düşünüldüğünde, Mouffe hala iyimser bir duruş sergiliyor. Leon Troçki’nin de bir zamanlar dediği gibi, Mouffe’un sol popülizmi “kazandığı zaferini ne Das Kapital’in sayfalarında ne de diyalektiğin dilinde; çelik, çimento ve elektriğin dilinde gösterdi.” Bu açıklama kulağa mantıklı geliyor, özellikle Zizek ve Negri gibi bir dönemki düşmanları bile sol popülistlerin oyunu kazandıklarını kabul ederken.

Ancak sol popülizmin bu “çelik, çimento ve elektrik” dilini ne zaman konuşmaya başlayacağı hala bir soru işareti. Mesela Zizek’in Ocak 2015’te sol popülizmin fiilen zafer kazandığını ilan etmesi, Euro bölgesi yetkilileriyle uzun ve yorucu bir mücadeleden sonra ilk Syriza koalisyonunun 2015 yazında dağılmasından çok daha önceydi. Zizek bu karara vardığında, henüz Podemos da Katalanların bağımsızlığı konusunda Iglesias ve arkadaşları tarafından sunulan “çokuluslu” koalisyonun kırılganlığını ortaya koyan ciddi bir çıkmaza girmemişti.

Tüm bunlar olurken sol popülistler de kazanılan başarıların rehavetine kapılmış değil. Hem Mélenchon hem de Iglesias “kendi” sollarının siyasi ekonomi meseleleri ile yeniden ilgilenmeleri gerektiği konusunda ısrarcılar. Dahası, Fransa’da Insoumise’in (Boyun Eğmeyen Fransa Partisi) son ekonomik programı hem Euro bölgesi reformlarına dair maddeler hem de Fransa’nın başkanlık sisteminin kapsamlı bir şekilde yeniden gözden geçirilmesini içeriyor. Pek tabii tüm bu gelişmeler Mouffe’un yaklaşımının kudretinin, yani çeşitli heterojen tartışmalara uyumluluğunun ve esnekliğinin bir kanıtı olarak düşünülebilir.

Ancak eklektizm -İtalyan komünist Amadeo Bordiga’nın bir zamanlar uyarı niteliği taşıyan sözlerinden bildiğimiz üzere- ödenmesi gereken bir bedelle gelebiliyor. Popülizm şüphesiz inancını kaybetmiş bir sola iktidara giden yeni bir yol gösterdi. (Bu noktada rakamları dikkate almak gerek. Mélenchon geçen sene gerçekleşen cumhurbaşkanlığı seçimleriyle kıyaslandığında etkileyici bir şekilde oylarını ikiye katladı. Hoşunuza gitse de gitmese de konu sandık olunca popülizm işe yarıyor.) Ancak eleştirmenlerin bir kez bu iktidar ateşlendikten sonra ne olacağının hala bir muamma olduğuna dikkat çekmesi işten bile değil. Mouffe da bu konuda konforlu bir sonun pek mümkün olmadığını kabul ediyor. “Bu projenin başarılı olacağının garantisi yok,” diyor ama sözlerine şöyle devam ediyor: “Mevcut konjonktürün bize sunduğu bu imkândan faydalanmamak büyük bir hata olur.”

Birçok solcu için bu açıklama tatmin ediciyken, bazıları için ise yetersiz. Zaten For a Left Populism kitabında Mouffe da bir yandan harekete geçme çağrısında bulunurken bir yandan da sol popülizm tartışmasının ucunu üretkenliğe elverişli bir şekilde açık bırakıyor. Bu eserinde Mouffe günümüz bilginleri tarafından tembelce “popülist” diye alay edilen aktörlerden biri olmaktan çok uzak; zira maksadını açıkça ortaya koyuyor.

Çeviren: Naz Deniz Atik


Metnin orijinali Jacobinmag’in internet sayfasında yayımlanmıştır.

[1] Sosyal medya platformları üzerinden yapılan muhalefeti yermek için kullanılan pejoratif bir terim. Bu tarz muhalefet etme/siyaset etme biçimi, genellikle siyaseti “post” atmaya indirgediği için eleştirilir. Buraya örnek olarak belki “Change.org” platformu verilebilir.

[2] Bu ifadede anlatılmak istenen de “clicktivism” ile benzerdir. Gündeme tabi olan, kendi gündemini oluşturamayan, “kamusal” anlamda etkisiz bir siyasi mantığa işaret etmekle birlikte, siyaset yapmanın “söylenme” ve “tepki verme” ile sınırlandığı bir algılayışa işaret ediyor.