Defter Şerhi

1980 sonrası entellektüellerin durumunu, ‘entellektüellerle ilgili durumları’, Defter Dergisi tecrübesi üzerinden düşünebiliriz. Zira Defter, 1980 sonrasının bir entellektüel girişimi; bu dönemin entellektüel meşguliyete dönük tesirlerini sorun etmiş bir girişim.

Asıl önemlisi: Kapanmış bir tecrübe, Defter. 1987’de başlayan yayınına, 2002 başında, 45. sayısıyla beraber son verdi. Defter’in kapanışı ve kendini kapatırken, kapanma nedeni olarak söyledikleri de, 1980 sonrasında entellektüellerin durumuyla ilgili çok şey anlatıyor.

Defter’in yayıncısı Semih Sökmen’in son sayıdaki veda yazısı, sözünü ettiğimiz girişimle, ’80-sonrasının anti-entellektüalizmiyle başetme tecrübesiyle ilgili bir muhasebedir. İsim/kimlik haliyle değil sıfat haliyle entellektüellerin ’80-sonrasında edinmekte ve taşımakta gitgide zorlandıkları bir metanetle yapılmış bir muhasebe.

Semih Sökmen’in sözlerinden hareket edip düşünmeyi sürdürerek, onunla konuşarak söyleyeceğim ne söyleyebileceksem. Altını çiziyorum: Onun üzerine konuşarak değil, onun üzerinden konuşarak, onunla konuşarak... *

1

Defter asıl olarak, dünyaya farklı bilgi ve deneyim alanlarından bakıldığında ne görülebileceğini sınamak için kurulmuştu. Çoğul perspektifler kullanarak bakıldığında belki dünyanın kendini daha fazla eleverebileceği düşünülmüştü. Böylece edebiyatın, sanatların felsefeye, siyasal alana doğru, politik angajmanın ise edebiyata, sanata doğru hareket etmelerine vesile olabilecek bir odak yaratabilirdi. (Nitekim dünyadaki pek çok teori dergisi ‘90’lar boyunca, daha önce ilediği tarzı terkederek bu formülasyona yakın bir eğilim içine girdi.)”

Evet, ‘80’ler, Jürgen Habermas’ın terimiyle yaşam-dünyaları arasındaki ayrışmanın hızlandığı bir dönemdi. İnsan etkinlikleri, âhenkli, bütünlük algısını berkiten, yumuşak geçişli olmaktan bir aşama daha uzaklaşmaktaydı. Günlük “ajandaların”, biyografik düzenlerin bölük-pörçükleşmesi, topyekûn kişilik formasyonlarının “kimlik temsillerine” bölünmesi, insanların kendilerini özne addedebilme yetilerini veya alışkanlıklarını zorlamaktaydı. Hâlâ da yürürlükteki bir süreç bu; ama 1980’lerin ortalarında yeni hızlanmaya başlamıştı.

Bu zamanda, entellektüel ilginin, iki uç arasında savrulduğu söylenebilir. Bir uçta, yaşam kadar hızlı -yoksa ondan da mı hızlı?- bölünen bilginin uzmanlık çağrısı vardır. Entellektüeller için, bir yandan bilgi sevgisinin, ayrıntının ayartısı; diğer yandan bilgiyle ilişkinin araçsallaşması, akademik veya meslekî jargonlar içinde boğulması... Diğer uçta ise, tüketim ve medyanın merkezine oturduğu bu “hızlı hayat” içinde hiçbir zaman olmadığı kadar “zenginleşen” aktüalitenin sonsuz söz, imge, “konu” iştahı vardır. Entelektüeller için, bir yandan “gündeme müdahale etme” fırsatlarının çoğaldığı sanısının güçlenmesi; diğer yandan “profesyonel” bir levazımatçıya dönüşme riski...

Yaşam-dünyalarının ayrışmasının, entellektüel ilgiye nâzır işbölümündeki incelmenin, medyanın dolaşıma soktuğu malzemenin çoğalmasının ve dolaşım hızının artmasının başka bir etkisi: “Genel kültür”ün, “ortalama aydın”ın, yarı-aydın’ın vasatının değişmesi... Üniversite tahsili görmüş, günlük gazete ve ayda bir kitap okuyan vatandaşın bilgi ve ilgi dünyasının, kestirilebilir, ‘darası alınabilir’ olmaktan, asgari müştereklerden uzaklaşması...

(Pek üstünde durulmayan, devasâ önemde bir etkene parantez açarak değinelim: Sınıfsal-toplumsal ayrımların derinleşmesi ve yoksullaşma, alt sınıfları, hiçbir zaman olmadığı kadar kitap ve okuma menzilinin dışına itmektedir. Bu, asıl, ‘90’larda ve “2000’li yıllarda” belirginleşen bir etken.)

Defter’in görev tanımında, entellektüel ilgiler için, konformist olmayan bir “zamanın icabını yerine getirme” hedefi saklıydı. Algı ve söz düzlemlerindeki parçalanmanın, teferruata dağılmanın zorluklarını, bir bütün/genel inşâ ve iddia ederek değil teferruat içinde gezerek altetmek... Dünya bilgilerine açık ve onların gitgide ayrışan içerik ve formatları arasında gidip gelmek, dil evrenleri arasında tercüme yapmaya çalışmak... Akademik alandaki, sosyal bilimler arası kompartmanlaşmayı yıkmaya dönük disiplinlerarasılık eğiliminin, beşerî bilimler ya da –başka bir referansla- tinbilimleri bütünselliğini yeniden inşâ etme arayışının bir yansıması ve belki daha fazlası... Bu darlıklardan çıkarak, yeni ufuklara açılmak, yeni düşünsel ve politik hareketlere nefes, ilham vermek.

Düşünsel uyanışıyla övündüğü 1960’lı ve 1970’li yıllarda, reel politikanın, (hayat-memat meseleleriyle doğrudan bağlantılı olduğunu yadsıyamayacağımız) bir stratejik düşüncenin markajından kurtulamayan sol düşünce açısından, Defter’in görev tanımının özel imâları görülebilir. Reel-politik kârı olmayan entellektüel ilgiyi beyhûde gören bir gelenekten söz edilebilir, solla ilgili. Yanısıra, edebiyatı/sanatı ve entellektüel ilgiyi, ikame-dil gibi kullanan bir gelenekten. 12 Eylül askerî rejiminin baskısı altında da edebiyata bir ikame-dil gibi sığınılmamış, neredeyse edebiyat bizzat bir metafora dönüşmemiş miydi? Defter, bilimler-sanatlar ilişkisini, araçsal olmayan, idareten teğellenmemiş, içselleşmiş bir ilişkiye dönüştürmeyi, aynı bilme deneyimi içinde kaynaştırmayı istedi.

Kâmil insanı, “iyi vatandaş/iyi insanı” yaratma peşindeki hümanist Aydınlanma idealinin yol izi midir bu? Yoksa entelektüel ilgiyi eklemsizleştiren “zamanın ruhu”yla, onun ‘silâhlarını’ kullanarak başetme yolu mu? Yollar buluşuyor da olabilir...

2

Ama bu söyleneni reklam mottosu gbi formüle edilmiş bir şey olarak, bir söylem olarak değil, kelimesi kelimesine, kastedilmiş bir şey olarak duymak lâzım.

Boşuna değil bu uyarı, bu tek kaşı kalkık cümle. Çünkü yazan-çizen-tasarlayan zümrede, o söylenenleri (hatırlayalım: “edebiyatın, sanatların felsefeye, siyasal alana doğru, politik angajmanın ise edebiyata, sanata doğru hareket etmelerine vesile olabilecek...”) tam da reklam mottosu gibi alan bir usûl revaç buldu, son on-onbeş yılda: Sözün, imgenin bir sit-com unsuru ya da işte reklam esprisi gibi eklemsizleşmesi, bağlamsızlaşmasıyla... Entellektüel ilginin, bir süsleme sanatına dönüşmesiyle... Edebiyatın/sinemanın bir metafor ve epigram deposu olarak yağmalanışıyla... Psikanaliz kuramının bir şıklık unsuru olarak, ya da kavram ve ilintilerin yük katarı gibi birbirine bağlandığı bir otomatizmle kullanışıyla...[1]

‘Çıkışı’ itibarıyla objektiflik ve analitik mesafe kaygısına bağlı olan katı bilimsel makale formatı, global akademik işletmenin kurumlaşması eğilimine bağlı olarak, adaptasyon ve imitasyon ağırlıklı üretimiyle zırhını örmekte, bir yandan. Ama öte yandan, disiplinleraşırı düşünüp yazmaya elverişliliğiyle bu zırhı delmek için başvurulan denemenin, deneme üslûbunun kendisi de bir zırh oluşturmadı mı giderek?[2] Tartışmayı, eleştirel düşünmeyi ‘reprezente’ eden, stilize eden bir zırh. Benjamin’in politikikanın estetikleştirilmesi hakkında söylediklerinin, entellektüel etkinlikteki tezahürü. Bir sinizm zırhı.

Defter’in istediği, bu değildi.

3

’Dünyayı değiştirmeye inanan’ bir kuşağın karşı karşıya kaldığı açmazlar, sorunlar üzerine düşünmek...”

“Aydın olma”nın ezelî-ebedî sorunsalı: Angajman/bağlanma sorunu, bilgi-sevgisi ile politik kaygıyı telif etme meselesi... ‘80’den önce, sol camia(lar), özgürleşimci-radikal içerimleri ve açılımları olacak olsa bile, ‘salt’ entellektüel ilgiyi fuzulî görür, hatta kınardı. Bu kadarı o kadar mahzurlu olmayabilirdi belki; asıl sorun, “apolitik”, “işlevsiz” sayılan lüzumsuz entellektüel ilginin, bir düşünsel içerikten ziyade düşünce sahibinin/taşıyıcısının kimliğine, “duruşuna” bakarak tanımlanmasıydı. Çünkü aydınlar, düşünsel katkılarından çok, “kitle” nezdinde meşruiyet, popülarite sağlamaları bakımından muteberdiler (“teyze, amca bir imza ver...”). Gramscici terimle organik aydın bu değildir oysa. Organik aydın, sınıfsal çıkarı/tercihi temsil etiği varsayılan politik özneye tabiyetiyle, o gel deyince gelip git deyince gitmesiyle, belirli anlarda “duruş” göstermesiyle tanımlanmaz; zaten durduğu yerde yapmakta olduğu işin, düşünce ve kültürel anlam üretimindeki, yeniden-üretimindeki katkısının politik ve sınıfsal göndermeleriyle tanımlanır.

1980 sonrasında, sol politik öznelerin (parti, örgüt) dağılması veya büyük güç kaybına uğramasıyla, sol aydınlar bir göreli özerklik edindiler. Dahası, gerek belirli kişiler, çevreler olarak gerekse anonim ve mutasavver birileri olarak “sol aydınlar”ın, bir politik özne ikamesi konumuna yerleştirildiklerini söyleyebiliriz. ’80-sonrasının mâhut depolitizasyon koşullarında angajmansız olmanın anlam bunalımını ve ezikliğini yaşayan, dolayısıyla göreli özerkliğin hayrını gördüğü söylenemeyecek olan sol “tandanslı” aydınlar, özellikle 1980’lerin ortalarında çok hararetli olan bu davete icabet ettiler. Çoğunlukla, sol politik kültürde “hareket”-aydın ilişkisinin bahsettiğimiz yapısını yeniden üreten bir ortamın oluştuğundan söz edebiliriz. (Belki, “aydınlar”ın itibarı daha yüksekti şimdi.) Buna karşılık, “hareket”-aydın ilişkisindeki, bir yakın işbirliği havasının ardında gizlenen inorganikliğini giderme tasasını duyanlar da vardı. “Metin yazarı” olarak hizmet etmekle, “gündeme” ideolojik replik yetiştirmekle değil, teorik-politik gündem kurmakla uğraşmak gerektiğini düşünenler vardı (ki organik aydın, öyle olur!).

Biraz abartıyla, şöyle de söylenebilir mi?: ’80 öncesinde sol politik hareket, aydınları angaje ediyordu; ‘80’lerdeyse, sol aydınlar angaje edecek sol hareket aradılar.

4

Topluma entellektüelleri ve düşünceyi sürekli baş düşman olarak gösteren bir devlet; onunla bu düşünce düşmanlığını sık sık paylaşan ya da en iyi durumda düşünceyi ‘kültür de lâzım’ diye ancak bir aksesuar olarak ciddiye alan bir medya sermayesi; ‘altta kalanın canının çıkacağını’ gayet iyi bildiği için böyle ‘ağır işleri hiç göze almadan hızla, oyalanmadan 12’den vurmaya çalışan bütün bir toplumsal ruh hali... (...) ...-düşünce düşmanı bir şiddet ortamında- akıntının tam ters yönünde gitmek demek bir düşünce dergisi çıkarmak...

Anti-entellektüalizmin, ‘80’ler ve sonrasında zamanın ruhunun temel özelliklerinden biri olduğuna kuşku yok. Anti-entellektüalizm, sadece aydın düşmanlığı değildir. “Gerçek” sorunlara kayıtsız, memleketine/milletine/halkına yabancı, sorumsuz, hedonist, “yoz” bir aydın karikatürünün aşağılanması önemlidir, ama mesele sadece o değildir. Anti-entellektüalizmi, “kültür”ü bir prestij işi olarak plase eden seçkinci (Kemalist veya liberal) bakışın diliyle, “sanata ve kültüre düşmanlık” ile de sınırlayamayız. “Sanat ve kültür” olarak tecrit ve muhafaza edilen rezervasyon alanının, ’80-sonrasında dokunulmazlığından çok şey kaybettiği doğrudur. Ancak anti-entellektüalizm, bundan fazla bir şeydir.

Neo-liberalizm çığırının anti-entellektüalizmi, düşüncenin iktisadî aklın emrinde sınırsızca ve belirtik olarak araçsallaşmasını ifade eder. Bu dönemin düşünce üretiminin ideal modeli, think-tank’lerdir. Entellektüel arkaplanın varlığını “sezdirerek” ya da “aksesuar olarak” göstere göstere kullanarak opsiyon değerlendirmesi sunan pratik bilgi notu, düşünceyle alışverişin en rağbet gören formatıdır. Neo-liberalizmin eşitsizlikleri derinleştiren, tutunamayanları dışlayıp kriminalize eden sert dünyasında, reaksiyoner (milliyetçi, faşizan) popülizmler de, “ince düşünme”yi hakaret kabul eder, “erkekçe” tavır koyan teferruatsız sözler isterler. Sıradan/küçük adamı, o mahrumiyeti, darlığı, ince düşünceek hali olmayışı içinde yücelten, güzelleyen söylemiyle anti-entellektüalizm, faşist ideolojinin ana geçitlerindendir.

Anti-entellektüalizmin, entellektüellerce de güdüldüğünü biliyoruz - hatta belki ‘has’ anti-entellektüalizm, odur. Dikkate değmezler yanında kimi dikkate değer “tezler” de yazan, ama onları da vahiy benzeri, buyurgan, şahsîleştirici, ahlâkîleştirici, faşizan bir dille yazan Yalçın Küçük’ün Defter’i aşağılayışı örnek verilebilir buna. Küçük, “mırıldanma” diye horluyordu bazı Defter yazarlarının söyleyişini. Müphem, mütereddit, ürkek, usulca konuşmak, sesli düşünmek – utanılacak bir şeydi ona göre. “Düşünce alanını soysuzlaştıran” hallerdi; bunları, “hastalık” ve “kir” metaforlarıyla değerlendirebiliyordu bunları ancak – ki onda bu metaforlar, metafor olmakla düz anlamın sınırında dururlar.[3] “Entellektüel şiddet”, Yalçın Küçük muhitinin ‘80’lerdeki sağcılaşmaya, liberalleşmeye vs. karşı panzehir kavramıydı ve “şiddet”ten anladığı, çoğunlukla, bu tür bir “harbî konuşma” efekti ve karalama şehveti oldu.

5

Kültürel ve siyasal dibe vurmuşluk kimine bezginlik ve yılgınlık, kimine hırs ve körlük olarak geri dönüyor.”

Bu koşullarda dergi dışarıdan ne yazık ki pek az beslenebildi. Çünkü klişelerle, basmakalıp fikirlerle, izi sürülerek emek harcanmamış, çalışılmamış kanaatlerle, nesnesini yitirmiş ya da hiç bulamamış ‘akademik’ yazılarla, aktarırken kendini ve dünyayı unutan metinler ve saire ile her şey yapılabilir –nitekim yapılıyor da- ama böyle bir dergi çıkartılamaz.”

Entellektüellerin ‘meslek hayatına’ da bakalım. “Hırs ve körlük” üzerinde duralım biraz. Entellektüel uğraşın kendisi de, özellikle ’80-sonrasında kariyer-performans basıncı altına gitgide daha fazla giren yanıyla, zamanın ruhundan azâde olamazdı.

Entellektüel uğraşın bir performans gösterişine, ya da nicel ve biçimsel-protokoler gerekler dışında bir şey gözetmeksizin yapılan bir işe dönüşmesi... dünyaya, hayata makale “çıkartılacak” bir kaynakça olarak bakmak... aslî hatta kimi zaman yegâne saikin rütbe-terfi veya telif ücreti oluşu... alıntı lehimciliği... görmezden gelinemeyecek etkilerdir.[4]

Muhafazakâr düşünüş, bu etkileri, entellektüel hayatın irfan nosyonunu tümden yitirişi olarak tanımlardı.[5] İrfan nosyonunda, totaliterliğe yakın bir bütüncüllük ve aşkınlık istenci vardır. Lâzım olan, bu değil. Öte yandan, başka bilme biçimleriyle, varoluşun başka düzlemleriyle, hayatın başka ‘sektörleriyle’ bir temas, bir rabıta arayışı vardır irfanda; ucu açık olmaya elveren bir anlam arayışı vardır. Bu, lâzımdır.

1980’lerin ve sonrasının entellektüel zümreye telkin ettiği davranış tarzı, bu anlamda irfandan yoksundu.

6

Bu koşullarda Defter, detaycılığıyla, bilgi sevgisi ve teoriye yaptığı vurguyla, memleket karşısında sıklıkla ‘fazla’ kalıyordu.”

Ama asla bir kibir olarak algılanmamalı bu. Çünkü aynı zamanda olup bitenler karşısında sıklıkla ‘eksik’ kaldığımızın da gayet farkındaydık. Sonuç şu ki böyle bir ortamda, hiç niyetlenilmemiş olduğu halde Defter artık bizi sanki bir sığınağa kapatıyor (ya da eskisi gibi bir sığınak bile olamıyor da denebilir; düşünceye yer açabildiğimiz, dünyaya mesafe alabildiğimiz bir mekân olarak iş görmüyor).”

Organik aydın meselesinden, bunun zıddına savrulalım: Fildişi kulede nasıl durulur, bu devirde? Fildişi kule, mümkün müdür?

Devir, kimseyi, hiçbir şeyi kolay kolay kendi haline bırakmayan bir devir. Her söz, her hal ve tavır, medya işleminden geçerek unufak edilmeye, ‘teşhire’ açık. Şükrü Argın’ın deyimiyle bir “konuşma ifradı”[6] hüküm sürüyor, o değirmene öğütecek söz lâzım, bunun için her köşe-bucağa el atıyor.

Bununla nasıl başedilir? Bu konuşma ifradına ‘müdahale ederek’, kamuoyu makinesinin birbirine çarptığı ve böldüğü lehçeler içinden konuşmaya, onları farklı içeriklerin/anlamların taşıyıcısına dönüştürmeye çabalayarak mı? Yoksa tecrit olarak ve bir ‘karşı-kamu’ inşa ederek mi? Ve bu iki strateji arasında birbirini besleyen bir ilişki, hiç değilse bir ‘orantı’ kurulabilir mi?

Politik yükünü daha hafifleterek şöyle de ifade edilebilirdi bu kutupsallık:

Kültürün ve sanatın aktüalitesiyle ilgilenmek...” mi? (ki bu “insanı daha kültürlü yapmaz, olduğundan daha da cahil yapar...”) Yoksa aktüalite-dışı durmak mı? Ve yine: Aktüalite-dışı bir yer var mıdır, açılabilir mi?

‘80’lerden itibaren, yerleşik-egemen akıl-fikir ve imge dünyasının nizamını bozmayı isteyenler, sözünü ettiğimiz iki strateji arasında bölündüler. Fikri/sözü “iletme”nin yordamlarına ve basamaklarına ilişkin tasavvur, eski halim-selim “kamuoyu” imgesiyle birlikte, çökmüştü. Herkesi uzun-kısa müddetlerle meşhur edebilecek dolaşım hızına erişen medya aygıtında temsil edilmenin –ayartısıyla beraber- tüketici, yerinden-sökücü, buharlaştırıcı etkisi endişe uyandırıyordu. Tecrit stratejisi ise, ‘60’larda, ‘70’lerde alışılmadık ölçüde ve tarzda katı bir tecrit olduğu için endişe uyandırıyordu. Bunun yanında, bizzat tecrit haliyle veriyor olması gereken “mesajın” dahi ilgili yerlere ulaşmasında müşkülat çekildiği için maneviyat bozuyordu. Teslim etmek gerek; “fildişi kule”nin protokoler itibarının gitgide aşınması da alttan alta yıpratıcıydı.

Tabii burada yine dışarıya kanalları olan bir fildişi kule tasarlıyoruz. Dışarıya bakmaz, dışarı diye bir yer bilmez olmuş bir fildişi kule, bu devirde, -doğru tercih olup olmadığından bağımsız olarak- mümkün müdür mi zaten? Buna kimin nefesi yeter? Yine başa döndük!

7

Bu coğrafya için ‘ecnebi’ görünen bir şeyin, ‘eleştirel düşünme’nin, ‘teori’nin mümkün olduğunu kanıtlamak istedik, bir tür Solcu inadıyla.. Kısmen bir şeyler oldu, kısmen de olmadı; göle maya tutmadı. Şimdi buradan bakıldığında, öznenin asıl kibrinin başlangıçta kendine böyle bir misyon yüklemesinde, koca bir dağı aşağıya indirebileceği vehmine kapılmasında yattığını söyleyebiliriz – ne yapalım ki hamurumuz buydu.”

“Bu coğrafya için ‘ecnebi’ görünen bir şeyin, ‘eleştirel düşünme’nin, ‘teori’nin mümkün olduğunu kanıtlamak isteği”ni, o “ Solcu inadı”nı, bizzat sol aydınların ecnebilikle damgalanması geleneğiyle birlikte düşünmek gerek. Anti-komünist teyakkuzun dorukta olduğu ‘60’lı ve ‘70’li yıllarda, memleketinden/halkından kopuklukları, “dış mihrakların” güdümünde olmaklıkları, sola ve sol aydınlara yöneltilen sabit ithamlardı.

Bu hıncın kaynağında, o dönemde entellektüel alanda solun hegemonik bir atılım içinde oluşu vardı. Sol, Aydınlanma geleneğine ve bunun vasıtası olarak Kemalizme (daha doğrusu bir Kemalizm yorumuna) ve “özgürlük problemi”nin tarihsel mirasına bağlılığından hareketle, sola –en azından- açık olmayı, ‘aydın olma’nın koşulu olarak savunuyordu. Bu savununun, Kemalizme bağımlılık yaratıcı markajı yanında, solun hegemonya iddiasının içini koflaştıran etkilerine işaret edilmelidir. Öte yandan sağ da, “aydın olma”yı solculukla özdeşleştiren bakışı büyük ölçüde yeniden üretti bu dönemde. Bu özdeşleştirmeye, bir karşı-aydın hareketi örgütlemekten çok, anti-entellektüalizme başvurarak, “aydın”a dair ecnebi/yoz/hedonist/sorumsuz vb. imgelerini çoğaltarak karşı koydu.

Murat Belge, Türkiye’de uzun yıllar veri sayılan bu “aydın= solcu” denkleminin yakın zamanlarda değiştiğine değiniyor. Şu kritik soruyu soruyor: Bu değişimin, “her kesimin kendi aydınlarını yetiştirmesi yönünde mi, yoksa genel bir zihnî plebleşme sürecinde aydının topyekûn tahribi yönünde mi olduğunu sürecin ancak daha ilerideki aşamalarında anlayabileceğiz.”[7]

‘80’lerde sağın, politik ve toplumsal hegemonyasını entellektüel düzlemde de pekiştirmeye dönük jestleri oldu gerçekten. Yeni Sağ çizgideki –ya da buna açık- bazı aydınlar, en azından “meşhur” oldular. Basının medya haline gelişiyle oluşan “kanaat piyasası”, konformist argümanların dolaşımını hızlandırdı, konformist-olmayan argümanların eklemsizleşmesine ya da karikatürizasyonuna imkân hazırladı. Bu sürecin, “zihnî plebleşme sürecinde aydının topyekûn tahribi”ne açılan etkisinin daha güçlü olduğunu söyleyebiliriz sanırım.

8

Defter de kapandı, nitekim.

DİPNOTLAR

(*) Aşağıda, Semih Sökmen’in sözkonusu yazısından alıntılar italikle verilmiştir.

[1] Orhan Koçak’ın deyişiyle: “Psikanalitik literatürde durdurulması imkânsız bir trenin vagonları gibi birbirini izleyen kavramsal aletler, çoğu zaman araştırmacıyı düşünme yükümlülüğünden kurtarmak için devreye sokulur gibidir.” (“İlişmeyelim”, Defter, Sayı 40, s. 161)

[2] Nurdan Gürbilek, Defter’deki yazılarından derlenen ilk kitabı Vitrinde Yaşamak (Metis, 1992) için yazdığı Giriş’te, “1980’lerin kültürel ikliminde deneme” ile ilgili şunu söylemişti: “...deneme türü, görünen tevazusunun ardında her zaman bir kibri korudu: Hayatı kavramlarla yeniden düzenleyebileceğine inanıyordu. Geçmiş zaman kipinde konuşuyor olmamın nedeni şu: Deneme de, yazarını hayat karşısında bağımsız, cüretkâr, bilge kılan koşulları çoktan kaybetti. Bugünün denemecilerini öncekilerden ayıran da bu: Hayat karşısındaki güçsüzlüğünü kabul ederek işe başlamak zorunda artık.” (agy., s.11) Bu konumuyla yüzleşmeyen, güçsüzleşmeyi kabul etmeksizin, hatta artık görünürdeki tevazuya da fazla pay bırakmaksızın kibrini koruyan bir deneme stili de oluştu.

[3] Yalçın Küçük, “Bir Kir Teorisi”, Hepileri , sayı 18 (Aralık 1998), s. 14 vd. “Kir teorisi”nden on yıl kadar evvel, Nurdan Gürbilek, hastalık metaforlarının kullanımının ardındaki anlamı analiz eden, bu arada solda –ve bu arada bilhassa Yalçın Küçük muhitinde- bu metaforlara itibar edilmesini sorgulayan bir yazı yazmıştı Defter’de! (“İktidarın Sağlığı”, Sayı 8, Şubat/Mart 1989, s. 38-45. Bu makale Vitrinde Yaşamak’ta da yer almıştır.)

[4] Sosyal bilimler alanına ilişkin olarak bu konuya genişçe değinmiştim: “Dergicilik deneyimi: Sosyal bilimler pratiğinde bir anlam arayışı”, Sosyal Bilimleri Yeniden Düşünmek içinde, Defter ve Toplum ve Bilim dergileri ortak yayını, Metis Yayınları, İstanbul 1998, s. 247-54.

[5] Cemil Meriç’ten aktaralım: “İrfan, düşüncenin bütün kutuplarını kucaklayan bir kelime. İrfan, insanoğlunun has bahçesi. Ayırmaz, birleştirir. (...) İrfan kendini tanımakla başlar. (...) Tecessüsü madde dünyasına çivilemeyen, zekâyı zirvelere kanatlandıran, uzun ve çileli bir nefis terbiyesi, irfan. Kemâle açılan kapı, maelle taçlanan ilim. (...) İrfan, insanı insan yapan vasıfların bütünü. (...) İrfan, dinî ve dünyevî diye ikiye ayrılmaz, yani her bütün gibi tecezzi kabul etmez.” (Kültürden İrfana, İnsan Yayınları, İstanbul 1986, s. 11)

[6] “Modern zamanlarda sözün anlamı”, Birikim 124 (Ağustos 1999), s. 28.

[7] “Batıcılık – Türkiye ve Rusya Örnekleri”, Modern Türkiye’de Siyasî Düşünce – 3. Cilt: Batıcılık ve Modernleşme içinde, İletişim Yayınları, İstanbul 2002. (Bu makale tamamlandığı sırada basıma hazırlanmaktaydı.)

Cogito Dergisi, Sayı 31, Bahar 2002