Sınır ve Köklerin Yavaşlığı

I

Georges Bataille’ın yapıtında iç deney, dünyasal olanın dışına taşmış değildir. Bu projede vurgu, yeryüzü aynasına çarpan vecd emsallerinde yatar. Bedenin talihsiz uzaklığı görmezden gelinen sürüklenişi benimsiyor. Uç nokta olmadan yaşam, uzun bir aldatmacadan, güçsüz bozgunun izlediği savaşsız yenilgiler dizisinden başka bir şey değil. Bu yaşam çöküntüdür. Dehşeti kanıksamak, köksüzlük ve sağırlaşma… Tarihsel yırtığın izi, duyumcu pratiğe katılınca bir değer kazanabilir. Bataille bunu görmüştür. Zira anlamı hakkında büyük bir endişe duyduğu sınır’a doğru ilerler. Dilin ve illüstratif çarpıklığın egemenliğine karşı tetikte olmak. Acıdan sinsice kaçmak isteyen biri evrenin tümüne karışır.

Yaşamı olumsuzluyor gibi görünen şey, lanetlenmiş fikriyatın doğruluğudur ve bu doğruluk, mutluluk saplantısının tüm aşamalarına sızar. Söz konusu denge, fiili olanın işlevsel yetkinliğiyle ya da bütüne yayılma becerisiyle ilgili değildir. Daha çok mutlağın sınırını (eğer böyle bir sınır mevcutsa) geçmişi tahrip ederek ihtimal dâhilinde tutmaktadır. Bataille’ın bu konudaki uç örneği Rimbaud’dur. İçinde, dokunulmaz bir karar gücü bulmak için ulaştığı olabilirliğe sırtını dönen şairin lanetlendiğini; ancak kendisi için olabilirliği genişletirken başkaları için bu olabilirliği yok ettiğini söyler. Afrika çöllerine taşınan imge, belki de yazma işini askıya almayı gerekli kılan bir çatlamayı başlatmıştır. Niçin yazıyoruz? Bu uğraşın içsel olanın dile getirilişi dışında hâlâ bir anlamı var mı? Yazı, yaşamı titretebilir mi?   

Ne olursa olsun özne için, yapı’nın önemsizleştiği, dışarıdaki gürültünün silindiği, aydınlanma oklarının ruhun merkezine kıvrıldığı bir an gelecektir. Çoğunlukla farkına varılmayan düzensiz bir ışımadır bu. Yıldırım keskinliğiyle belirir, parlak ve duru imleri takip eder. Onları diriltir, görünmez olana sevk eder. Farkın böylesini araştıracağımız bir yol henüz icat edilmemiştir. Meczupluk ya da çöküş karşısında elimiz kolumuz bağlı bekleriz. Bu eğilimler insanın hastalıklı istencinden, şımarık edimselliğinden ve oyun beklentisinden kopmuş gerçekliklerdir. Elbette hikâyemiz sonlanmayacaktır. Boşluğun esnek derinliği kapanmayacaktır. Çünkü gerekçeler kötülüğün içindedir. Onların kendi bütünlüklerini doğrulayışı sınırı her koşulda bulandırmaz.   

Düşünce nihayet, bir kompozisyon sunumuna, izlenim aktarımına, sarsıntıya yaklaştı. Bu sonuç, zamanı tahammül edilebilir kılan etkinlikleri ortadan kaldıran dirençle ilgili biraz da. İhlal, nesneyi sabote ediyor. Ama tıpkı onun gibi ağırlaşıp kirleniyor. Yerli yerini bulan şey, duyumsal alanı kapsamakla yükümlü sayılmıyor. Sular çekildiğinde, korkunç bir manzarayla karşılaşabiliriz. Mutlak karanlığın, anlamsızlığın, hiçliğin manzarası… Ancak tüm bunlara müspet bir değer iliştiremeyiz. Çünkü hâlâ serbestleşmeyen etkilerin buyruğu altındayız. Tarkovsky’nin şöyle bir ifadesi var:

"Rüyamda bir keresinde öldüğümü gördüm. Çok büyük bir rahatlamaydı, öylesine bir hafiflik ve inanılmaz bir özgürlük! Bu, dünyadaki tüm bağlardan kendini koparmak demektir. Bu yüzden benim için ölüm yoktur. Sadece acı ve ıstırap...’’ 

Figürün çölsü uzaklığı, çekim noktalarının tümüne karşı bir tür kayıtsızlığı önceliyor. Modern insanın temel meselesi, sınıra uzanan ve dünyasal olanı, ulaşılabilecek en uzak noktadan izlemeyi sağlayan yabancılıktır aslında. Umudu, coşkuyu ve içtenliği yeniden duyumsamak için peşine düştüğümüz karanlık boyut… Bilinç oraya yaklaşmak, kendisini orada sınamak ve defalarca göz gezdirdiği yüzeyi oranın yardımıyla kurtarmak istiyor. Kuşkusuz buyurgan hükmün sürekliliğine direnerek…

Ten ışığı, ışık bilinmezi, akıl deliliği, uzam küçülmeyi kapsar ya da bunların tersi yaşanır. Kayıtsızlık isteminin, bir anlamda iç deney’in ardılı sayılması fikri yeni değildir. Merkeze kıvrılmak, oraya doğru patlamak önceden dile getirilmişti. Fakat söz konusu etkinin serbest dolaşım ağlarına nasıl aktarıldığı şimdilik keşfedilemedi. İstisnai örnekler dışında beden, tanımlanmış olanı yaşıyor. Yığışma gücü kaybolan şeylerin içkinliği, bellek takipçilerinde hayranlık uyandırabiliyor. Kişilerin ya da bağlamların kesişme ve kopma noktaları, yaşam hakkındaki bilgimiz için güçlü kaynaklara dönüşüyor. Edilgenliğin ne olduğunu açıkça burada görebiliriz. Rimbaud’nun çöldeki hayaleti bezdirici bir saçmalığı andırsa da o imge geride kalanlar için büyük bir acı kaynağı olmuştur. Çünkü ilham ve cesaret yerleşik olanı iç bulantıya taşımaktan öteye gitmez. Bu sınır çürümedir. Dışarı’nın rahatsız edici mevcudiyetidir. Endişe, yıkım ya da itiraz onu geriletmez.

II

İroni, dizge, ebediyet… Temel varoluş dayanaklarının hangi formülü doğuracağını araştırmaktan uzaklaşan düşünce… Bizim için hayli zorlayıcı… İç deney bilinçdışının kodlarını yakalamak ister mi, sorusuyla meşgul olmamız gerekmiyor. Çünkü kimlik ikameleri bu amaca hizmet etmiyor. Asıl tartışma konusu, tanımsız biçime yansıyan psike olmalıydı. Sonuçta kavramların yaşamsal çeşitliliği düşüncenin taşıyıcı gücünü korumayı sürdürüyor. Buradan hareket etmek zorundayız. 

Bataille’ın metninde felsefî söyleme şiirsel bir karaltı dâhil olmuştur. Yazar, mantıksal açıklama ile değil, duyumsal deneyim ile yaşadığını söyler. Olanaksızın karşısında olmak benim gözümde tanrısalın deneyini yapmaktır; bu, işkencenin karşılığıdır. Tekrar edelim: olanaksızın karşısında olmak…

Mutlağın küstahlığına ve işleme biçimine karşı bir bilinç kurmayı deneyerek, çöküşün imgesini sınıra yaklaştırdık. Ne yapı gerçektir ne de imlenmiş olan gerçek anıtsaldır. Hatta gerçeğin ne olduğu konusundaki mukayese bile tartışmanın dışında kalır. Sonuçta deney adını verdiğimiz şey, olabilirlikleri kapsayan bir veçhenin kaçınılmaz çekimine eklenen olup bitmelerin tümüdür. Bu, aşkınsal olanı kurmak demektir; delirmek, tekrarı bozmak, bütünlükten kopmak ve sıfırdan bir bütünlük yaratmak demektir. 

Mantığın deforme oluşunda, karanlığın bu âni istilasında, evrensel bir varlık okumasının ihtişamı saklı. Hazır, konuşabiliyorken ve dışarı’nın anlamsız örgütlenişine sövgüler düzebiliyorken klişelerin yadsınamaz gücünü didikleyelim. (Düşüncenin aslî görevi) Tüm birikim, duyumsal alanda sınanacaktır. Kırılgan sözce, kütle kesişimleri ile sınırın acılı nedenselliğini birleştirecektir: kendimi yığınların bir yansıması ve korkularının bir toplamı olarak görüyorum. Benzer bir yaklaşım, Michel Foucault tarafından ortaya konmuştu: 

"Benim kitabım doğrudan doğruya bir kurgudur: Bir romandır, ama onu yaratan ben değilim, bizim dönemimizin ve epistemolojik konfigürasyonun tüm bu sözceler yığınıyla ilişkisidir. Öyle ki özne, kitabın bütünlüğünde mevcuttur, fakat o özne günümüzde söylenen her şeyde konuşan anonim ‘’gizli özne’’dir.’’ 

Yine de iç deney, dış izin büyük çeperini aşarken açık bir nedensellik barındırmaz. Daha doğrusu buna bağlı kalmaz. Bütüncül gözün fark edemediği (zira fark etse bile derinliğine erişemediği) şey, doğrusal akışın menzilinden çıkmış tekilliklerdir. Elbette araştırmacının hangi yöntemi kullanacağını söyleyemeyiz. Akademik dil, alegorik betik ya da kavramları yittiğinde kendisinden geriye pek bir şey kalmayacağı düşünülen felsefe, yüzeyin deviniminden pay koparmaya çalışıyor. Ancak hangi tartışma konusunun verimli olacağını kestirmemiz güçleşti. Öyle görünüyor ki bunun nedeni, tüm disiplinlerin melezleşmesine ve birbirinin üstüne binmesine yol açan çağdaş tekno-kültür. Yapılar bozuluyor, türler esniyor, ufukta yeni duygu çizgileri beliriyor. Enerji yüklü döngümüz, bünyesine dâhil ettiklerini boşluğa doğru itebildiği gibi, kusursuz bir iç patlamayı da tetikleyebiliyor. 

Sınır, keskin bir denetim gücüyle çevrelenmiş değildir. Onun hakkındaki algımızı biçimlendirmek isteyen unsurlarca kuşatılır. Etrafında devriye birlikleri dolanan söz konusu örgünün değişkenliği hesaba katılmalı. Oraya çoğunlukla duruk imajlar eşliğinde sürükleniyoruz. Kolektif çöküş, ideolojik baş dönmesi, itaat ayini… Zihnin düzensiz uyuşukluğu ya da ruhsal deneyimin acılığı, tarihsel süreçlerin büyük hareketinden daha belirleyici olmamıştır. Savaş alanının perişanlığı, kural olarak "karanlık gece"den daha güç bir unsur içerir. O koşullar altında, şahsi tasarıların belirsiz bir geleceğe ertelendiğini, bağlamından koptuğunu, hatta başka bir akım tarafından yutulduğunu görebiliriz. Acılı tanıklık budur. Ortalık sessizleştiğinde ruhu peşinden sürükleyecek olan anafor budur. Modern süreçlerin psikomatik ve duyumcu metinlerinin toplumsal devinimle ilişkisini tam anlamıyla grafiğe dökmemiz mümkün değil. Zira birtakım etkiler, çok önceden söylendiği gibi, ritmik bir akışla, doğrusal analizle ya da istatistiğin formülleriyle ölçülemiyor. İnsana, gelenekten farklı bir alımlama tarzı, şiirsel dokunuş, hatta mevcut malzemeyi sınıra doğru iten ‘’bozuk’’ bir serbest bakış gerekli. Bir kez daha perspektiflerin yerini değiştirmek… Derinlerden gelen, katmanlar oluşturan, güçlü bir kaynak bulmak… Bu, telef edicidir. Çünkü düşünme, eyleme, seslenme kiplerimiz, dünyevi bağlayıcılıkla, merhamet/günâh/azap triptiğiyle fazlasıyla bütünleşti. Böyle bir kestirim, kendi iç mantığını kurmuş olan arzu aygıtına çok az şey söyler. Yaşamın alt dilini kâğıda dökmek yerine, onunla kurulan ilişkinin yansımalarına göz kırpmak... Tekil hazzın ifadesizliği… Öyle ya da böyle, şimdiye kadarki insan uğraşı yaşamı dert edinmekle ve bu derdi ortaya dökecek bir yol aramakla geçti. İşin tuhaf yanı, ilgili amacın peşine düşen öznenin kurtulamadığı oluş, yani ıskalanan hakikat, görkemli bir korku bilançosu oluşturdu. Aynanın öteki yüzü, estetik içkinliğin özgünlüğünü değil, hastalıklı söylemi, utancı ve kaotik süredurumu büyüttü. Elbette sanatın gerekliliğine dair ucuz klişelerden ve insanın onunla kurduğu bağın kaçınılmazlığından söz etmiyoruz. Nevrotik bitkinliğin mezesine dönüşen kaynağı araştırıyoruz.  

Öyle görünüyor ki, dilsizlik ve söylem, kayboluş ve zuhur ediş arasında bir ara seçeneğe ihtiyacımız var. Göstergeleri pazara çıkaran gerçeklikten ayrı bir yol… Belki de iz bırakmadan silinip gitmenin hüzünlü tadı şimdilik ertelenmeli! Olabilirliklerin kıyısındaki kirli gösteri, acılı geri çekilişin erdemini gölgeliyor. Kişilerin ölme hakkı kurtarılmalı! Bu yaşam, dil oyunları ve meslek disiplinleri arasındaki uyuşmayı; zihnin acılı bitkinliğini, sıradanlığını aşamıyor. Hayata geçirilmek istenen her proje başlangıçtaki heyecandan oldukça farklı bir arzu durumunu doğuruyor. Kabul görmek için de yerleşik söylemlerin ve risk taşımayan usullerin peşine düşüyoruz. Tam olarak simgesel bir kimlik yitimi… Bilginin çoğul potansiyelinin hakkını vermek değil, en açık görünümüyle kesinti, sınırlanış, ahmaklık… Oysa öznenin içten serüveni tüm açıklığıyla ortaya döküldüğünde yazma uğraşının onarıcı yönü harekete geçirilebilir. Sözün tarihindeki büyülü biçimler bunu dikkate aldığından belirgin bir iyileştirme gücüne kavuşabilmiştir. Yani estetiğin ve rastlantısal deneyimin lirizmi, tekniğin tüm birikiminden fazlasını sunmuştur kişilere. Bu arayış, uyuşuk bir dile gelişin içinde biriken korkuyu da gün yüzüne çıkarır.

III

Hüzün verici kesişimler... Nevrotik bağların ve ön varsayımların kuşatması altındaki hisler… Bu karanlık resmi betimlemenin bile anlamının kalmadığı bir noktaya geldik. Dahası, olabilirliklerin soğuk erişilmezliğini duyuran hiçliğe yaklaştık. İronik etkinliğimizin çok azı aslen bizi ilgilendiriyor. İç deney’in sonunda aldanmamış olmayı dilemekten fazlası gelmiyor elimizden. Onca girişim, olgular denizindeki boğuşma açık bir yanılgıyla ya da bastırılmış bir hakikatle muhatap ediyor hepimizi. İçinde kaybolduğum kendini bırakışta, diğerleri ile olan benzerliğimin görgül bilgisi önemsizdir çünkü benin özü hiçbir zaman hiçbir şeyin onun yerine geçemeyeceği gerçeğine dayanır.   

Demek ki mutlağın keskinliğine karşı, insan tarafından geliştirilmiş bir direnç, şiirsel reddediş, bir bütünlük oluşturulduğu doğru. Ne söylersek söyleyelim bu bilinç yakınlığından bağımsızlaşmış bir çizgi yaratmak olanaklı görünmüyor. Sadece, bir çocuk masumiyeti ve körlüğüyle dünya hakkında çeşitli kompozisyonlar oluşturulabiliyor. Derinlere gizlenen imge, gülüşün uzun tarihine ve ondaki saçmalığa eklenmiş durumda. İlginç bir araştırma konusu aranacaksa bu, aşkınlık deneylerindeki sallantılı kör nokta olmalı. Her şeyin bizleri gerçekliğe ittiği doğrudur. Bataille, tanrısalla ilgili o kadar delice bir deneyimim var ki bundan bahsedersem bana gülünecektir, dediğinde buraya gönderme yapar. Kendi serüveni ile akılcı tutum arasına duvar örmüş değildir elbette. Sisli unsurların önüne piktural bir set çekmek ister. Bu yüzden içinden kolayca geçilebilecek olan düzeyleri, çocuksu bilgelikle, emekleyerek geçmeyi dener. Muazzam bir çalışmadan, hakikat arayışından, zayıflıktan sonra varılan yer… Bilgenin heyecanlı gözleri kararmaya başlıyor. Sesi zayıflıyor. Yüzü solgunlaşıyor. Düşünceleri hışırdıyor. Ve bir memnuniyet hâli, ‘’şaşırtıcı’’ bir sonun içine çekiyor onu. Nietzsche, Tolstoy, Van gogh, Pavese, Artuad ve birçokları… Çeşitli yakıştırmaların ve kirli his dalgalarının ötesindeki seçenekleri gündeme sokabilenler…   

Hulâsa, anlamsızlık içinde yutulmuş olan anlamın dökümünü çıkaramıyoruz. Meta ilişkilerinin büyük gösterisi, derine kaçan bu karşı konsepti bile bünyesine dâhil etti. Modernistler artık piyasanın sevimli maskotları değil mi? Hem gerçeklik hissini pekiştiren hem de müthiş bir bulantıya dönüşen dünya resmi, sonunda ümitsizliğin ve pespayeliğin semâlarına yükselen bir yeğinliği, sağlığı, dengeyi barındırır ya da bunun tersi olur. Istırap çıkını ağzına kadar dolmuş olanların söyleyecekleri farklı olsa bile… İhtimallerin tükenişi, zorlukla kurulmuş dengenin yadsınışı, sürüklenme tarihi içindeki ürkütücü yerimiz… Bunları dikkate almalıyız. ‘’Düşüncenin haini’’ olmak, sınırın dışındaki konumu cesaretle benimsemek, açık bir uygarlık rezaletine karşı alacağımız tavrın pratiği sayılacak. Hakikati söylemek için, cemaatlerin, kolektif ahlâk birimlerinin ya da en geniş anlamıyla "uyumcu grupların’" sağladığı avantajları reddetmek zorundayız. Çünkü yüzeydeki ilk tepki ısrarla örtüleni yansıtıyor. Orası, koşulların birliği için uzlaşmaz bir bataklık aslında.  "Yükselen’’ ve kaçınılmaz olarak "çürüyen’’ hislerin bataklığı… Aynı zamanda oyunbozan pratiğin meşru zemini… Kopyalar evreninde, arkasına kaçılacak bir yığışım bulmakta zorlanmıyoruz. Çünkü araçlarını kaotik bir yaşam denklemine yaslamış her ‘’yapı’’ küstahlaşma hakkına kavuştu. "Değer sahibi’’ ganimet düşkünleri ise, bu gözden uzaklığın tadını çıkarmakla meşgul… Çok azımız bu ışık çekilmesinde görünme olanağı bulabildik. Zira İç deney’in öncesinde çizgiler belirlenmişti. Aşılacak yol, o yolun bekçileri/tanıkları/çığırtkanları hazır durumdaydı. Geriye bir tek, varoluş hikâyesinin detaylarını geliştirmek kaldı! Şimdi, düşüncenin ve sanatın asıl bulgusunun ‘farklar’ dizini yaratmak olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Farklar, sıçrayışlar, değişimler, sapmalar… Geleneksel kodların utangaç bir enerjiyi barındırması… Bataille’ın takip ettiği şaşırtıcı perspektif, varoluş kendisini çevreleyen nesnelerce kapatılmadığı ölçüde, çıplaklığın köleliğinden ancak yoksunluğunun ters dönmüş imgesini göğe fırlatmakla kurtulabilir. Bu öneri harekete geçmek için yeterlidir. Köklerin yavaşlığını gözleyecek olsaydık, ona paralel uzanan araçlarla koca bir ömrü heba edebilirdik. İyi ki ihlâli çekici bulan tutum, insan belleğinden tamamen silinmiş değil… Her türlü temsil unsuruna duyulan öfke hâlâ canlılığını koruyor. Ancak onların akıtıldığı kanal baştan uca denetim altında. Yaşam bilgisine hükmetmek, büyük bir manevra kabiliyetini gerektiriyor. Ve bu konuda iktidar aygıtının başarısız olduğu söylenemez... Kuşkusuz gerçek devrimci eğilimler, bağlamların kinci potansiyelinden sıyrılarak ve direnişi bir sağlık önerisi biçiminde somutlayarak umut verici olmayı sürdürür: ‘’Yalnız devrimci, bizi hep baskıcı bir düzene dâhil olmaya ve ondan faydalanmaya zorlayan hınçtan kurtulmuştur.’’ diyen Gilles Deleuze, çatışmalı birlikteliğin son ayrımına dikkat çeker. Entelektüel, ‘başkası’ olmak konusundaki ısrarından vazgeçmeli midir? Onun ziyadesiyle saplantılı bilinci ve ezici erdemleri çürümenin dışında bir alternatif sunabilir mi kişilere? Böyle bir konumlanışın düşünüre kendini yok etme hakkı bıraktığı ve ona soğuk bir geri çekilmeyi tek gerçek imkân olarak dayattığı doğru değildir. Ne yaşamı terk eden onurlu insanı ne de saçma ifadelerle, belli çıkar odaklarını temsile yeltenen zayıf ruhları kabul edebiliriz. Acıklı bir yadsıma hiç kimseyi ışığa doğru götürmeyecektir: 

Hangi savaş özel bir mesele değildir, tersine hangi yara savaş değildir ve toplumun bütününden gelmez? Hangi özel olayın koordinatları, bir sürü kişisiz toplumsal tekilliği yoktur? Yine de savaşın herkesi bağladığını söylemek alçakçadır, bu doğru değildir, savaş ondan faydalananları ya da ona hizmet edenleri, hınç mahlûklarını bağlamaz. Herkesin kendi özel savaşı, kendi özel yarası olduğunu söylemek de bir o kadar alçakçadır, bu da yarayı kaşıyanlar için doğru değildir, yine üzüntü ve hınç mahlûkları… (Gilles Deleuze)