Edebiyatın Felaketi, Felaketin Edebiyatı

“Soykırım iradesi, kurban için bir felaket ile sonuçlanır, çünkü kurbanın ‘Affediyorum’ demesini sağlayacak insani kapasiteyi ortadan kaldırır.” Marc Nichanian’ın işaret ettiği bu “affediyorum”u ortadan kaldıran failin iradesi, edebî düzlemde nereye oturtulabilir? Nichanian’ın “Edebiyat ve Felaket”[i] konulu konferanslarında ele aldığı yas ve barışma mefhumu, edebiyatın da olanaklarının, çıkışsızlığının ve belki de dilin eyleme gücünün yadsındığı bir alana mı kapı açar?  meçhul bir soru, tıpkı felaket tanıklıkları gibi.

Spinozacı bir bakışla edebiyatın bir öz olduğu önermesi, felaketten önce de, sonra da var olacağı ebedi kozmolojiyi mimler öncelikle. Adorno’nun şiir yazmanın barbarlık olacağına dair söyleminin pratik anlamsızlığına da bir cevaptır aslında bu öz yaklaşımı. Affetmek failin iradesinin nihai hedefi olan ve kadim yas kültürünün çiğnenmesi anlamına gelen, varlığın ve belki de varlıkta tecessüm eden haysiyetin ortadan kaldırılmasına bir saldırı ise eğer ve yine kurbanın belki de kendisinden sonraya miras bırakabileceği yegâne şeyin, affın gaspına bir töz oluşturma çabası ise, bunu gerçek anlamda edebiyatın göğerdiği damarda aramak ne kadar sahicidir?

Edebiyat, yine Nichanian’dan el alarak söyleyecek olursak, kanı anlama çevirebilir mi? Nichanian’ın dikkat çekmek istediği nokta belki de yasın yasaklanmasının, ilk ve temel olan doğal yasanının çiğnenmesinin aslında yine failin iradesine hizmet ettiği bir zamansallıkta edebiyatın mümkünlüğü? Ve bir bu kadar önemli olan mağdur dilinin olanaklarından türeyen “efendiye” boyun eğen yazın gücünün acının ve felaketin aslına ihanet edip edemeyeceği sorunsalı.

Cumartesi Anneleri, 90’lı yılların faili meçhullerinde kaybettirilen, kemikleri verilmeyen çocuklarının, yakınlarının yasını tutamadıkları bir iklimde edebiyatın dilinin, ya da tanıklığın özdeşim kurduğu alanın Nichanian’ın işaret ettiği gibi kanın anlama evrilebileceği bir dili yakalayabilmesi mümkün müdür? Yavuz Ekinci Cennetin Kayıp Toprakları’nda[ii] bunu başarabilmiş midir? Yahut Barış Bıçakçı’nın Bir Süre Yere Paralel Gittikten Sonra’sında[iii] Bayrampaşa cezaevindeki felaketin izi, romanın belleğinden acının çeperine bir özdeşim kurmuş mudur? Romanın, şiirin, öykünün belleği, damarı durmadan atan nabzı bir yerde asosyal olana, sosyal olmayana biçilen, öteki kılınanın dilinden beslenen bir sorgulamayı haklı kılabilir zannımca. Fakat yazının başına dönersek, kurbanın elinde kalan asgari affetmek ediminin imhası, failin iradesi ile okunan tarihin inkârcı ruhuna da bir eleştiridir bir bakıma.

Yasın yasaklanmasını Nichanian iki tarihsel imgelemden güç alarak alımlar. Antigone’nin yasaya, doğal yasaya değil, yürürlükteki kralın yasalarına karşı gelerek kardeşini gömmek istemesi, aslında affedilmez olan eylemin affına dair de bir çağrıdır. Tıpkı Akhilleus’tan yasa saygı göstermesini isteyen Hektor gibi. Çünkü yas failin iradesinin nüfuz edemediği bir barışma mefhumunu da içinde taşır.

Bitmeyen bir yas halinin devamlı sürdüğü, yas yasağının, kadim ilkelerin çiğnendiği ve haysiyet arayışındaki insanın, evrensel duyarsızlığından türeyen her acı edebî düzlemde bir akışı simgeler. Bir yerde faile yöneltilen af sarkacı, aynı zamanda soykırım iradesinin de lağvıdır. O iradeyi başat kılan asli güce karşı gelmektir ve bir bakıma da bunun olanaklarını tartışır Nichanian. Af paradoksu, Derrida’dan el alınarak açıklanır: “Eğer ‘af’ kelimesinin herhangi bir anlamı varsa, eğer affetme ediminin salt belagatten ya da saf siyasetten ya da salt tedaviden başka bir anlamı varsa, yalnız ve yalnız affedilemez olan affedilebilir” (s. 160).

Salt affedilemez olanın affı, affın anlamına dair özsel bir bakışı simgeler. Aslında parçalara ayrılan, yapıbozuma uğrayan şey, affedilemezde varlık bulan tindir. Bu tinin koşut kıldığı tanıklık hali yalnızca edebiyatın alanına dair bir çerçeveyi karşımıza çıkarabilir. Yüzleşmek, kelimelerle, cümlelerle, harf harf mümkün müdür?

Zeliha Cenkci “Yan” isimli şiirinin son kısmında şöyle der: “ülkem TC sınıfım 1-C/ peki ya ben kendimi/ neden/ bir daha hiç göremeyecekmişim gibi hissediyorum”

Bu kendini bir daha hiç göremeyecekmiş gibi hissetme, 1915’in ya da 90’lı yılların acılarından türeyen yaralara dair bir öz olabilir mi? Kelimeler, semantik bir çerçevede acının, ya da felaketin tanıklığına özdeşim kurabilir mi? Kanımca şiirin olanaklarının ve yasın uzun süren, bedende dirim bulan, içeriden değil, zamanın tensel ayrımlarından sıyrılarak özden kaynağını bularak şiire bir yerden, ama illa ki sızmasıdır, bu kendini bir daha göremeyecekmiş gibi olma hali.

Yine “Hırka Küs” şiirinde Metin Kaygalak’ın dili de edebî düzlemin sınırlarına belki de bir atıf taşır. “buradayım: sabrımın o teb’ayla sınandığı, / ricalin kem sözünü bıraktığı yerde./ katediyorum baştan başa yeniden geçtiğim / yerleri. kahredici bir dille tutunuyor bana / sûr’um. susuyorum, kavmimin incinen gözüyle/ bakıyorum burçlardan çöle. kaab uzak, hırka  / küs.. hüseyin ki artık kalbimizde süs!”

Hüseyin’in kalpte bir süs olduğu yer, aslında dilin Adorno’nun yıllar önce tespit ettiği gibi felaketin yıkımına ayna olduğu evrensel duyarsızlığın varlığına işaret ettiği yerle birlikte anlaşılabilir.

Tanık veya tanığın ölümü ile başlayan ve aslında acının yegâne kaynağı olan, dilin bozulmalara uğradığı travmatik süreçlerin, Zabel Yesayan’ın veya Hagop Oşagan’ın dilinde yeniden üretilmesi ve belki de hissedilmesi, edebiyatın olanaklılığını da sorgulamaya davet eder bizi. Aşkın olan edebiyatın dille acıyı sağaltması, dilin, önce söz vardı’nın anlamının kavranması gerekliliği kastettiğim. Nichanian’ın deyimiyle “Felaket hakkında uygun bir şeyler söylemenin tek yolu edebiyatın sınırlarını keşfetmektir ya da edebiyat aracılığıyla, yani daha açık bir deyişle Felaket’in gösterimi için edebiyat girişimi aracılığıyla dilin sınırlarını keşfetmektir” (s. 156). Dilin sınırlarının keşfi, ucunda tanıklık edilen yıkımın dille bozulmalara uğraması ve nevrotik bir alana kayılması kaçınılmazdır. Hayatta kalanın tanıklığı dille sağlanır, dil Heidegger’in deyimiyle varlığın evidir, ve bu ev elbette acının duyumsandığı bir mekândır. Fakat bu dilin sınırları bahsinde, sınırın aşılması, ya da dilin Meksika’sının keşfi de bir o kadar önemlidir. Nurdan Gürbilek’in bir dilin içine başka bir dil yontmak ve bir dilde söylenemeyeni o dilin içinde yontulan, üretilen yabancı dilin içinden söylemek derken kastettiği gibi belki de minör olarak acının dille majorlaşması, bütün bunların olanaklı olup olmaması sorunsalı mühimdir.

Ermenilerin bu topraklarda yaşadığı felaketin izini sürmek, soykırım denen ve aslında gölgesinde iradenin yok sayıldığı hiçliğe uzam, edebiyatın asli konusu olabilir mi?

Adorno’nun deyimiyle insanlık kavramının dayattığı topyekûn boşluk ve cansızlıktan sapma cüreti gösterenlerin tesviye edildiği, askerî jargondaki ifadesiyle yontulduğu ve nihayetinde düpedüz yok edildiği her ortamı ele geçirmiş mutlak bütünleşmedir soykırım.[iv] Ve evet sanırım edebiyat Felaket’i anlamanın ve anlatabilmenin yegâne yoludur. Nichanian’ın da dediği gibi içiniz tamamen boşaltıldığında geriye ne kalır? Cevap: bunu söylemek kalır geriye. Felaketten söz etmek kalır. Önce söz vardı, sonrasına da söz kalacak.



[i] Edebiyat ve Felaket, çev. Ayşegül Sönmezay, İletişim yayınları, 2. Basım 2018 (Konferanslar kitaplaştırılmış olup Nichanian’a dair yukarıdaki atıfların sayfa numaraları bu kitap baz alınarak gösterilmiştir).

[ii] Yavuz Ekinci, Cennetin Kayıp Toprakları, Doğan Kitap.

[iii] Barış Bıçakçı, Bir Süre Yere Paralel Gittikten Sonra, İletişim Yayınları.

[iv] Theodor W. Adorno, Negatif Diyalektik, çev. Şeyda Öztürk, Metis Yayınları, 1. Basım, Ocak 2016, s. 327.