Türkiye Halklarına Seçme ve Seçilme Hakkı Ne Zaman Verilecek?

Artık çok-partili hayata geçmek gerektiğini dile getiren İsmet Paşa’ya partililer “Aman Paşam” diye itiraz ettiklerinde Paşa’nın küçükken oynadığı futbol maçlarını örnek verdiği Demirkırat belgeselinde anlatılır. Hikâyeye göre İnönü, Osmanlı’ya yeni gelmiş olan futbol oyununun özünü kavrayamayıp yalnızca yenmek için oynadıklarını ve kaybeden tarafın çarıkları çektiğini, bir süre sonra kavga etmek yerine oynamayı öğrendiklerini söyler. Şüphesiz bu hikâye, Türk demokrasisi için harika bir temsildir, sonu hariç.

Bizim demokrasi hikâyemiz, yüzyıllar süren tecrübesinin ürünü olarak dünyanın en gelişmiş siyasi sistemini ortaya çıkaran Avrupa’nınkinden epey farklı olmuştur. Avrupa’yı bugün “ileri demokrasi” sahibi memleketlerden müteşekkil yapan, o memleketlerde demokrasiyi doğuran acı tecrübelerdir. Sadece bunu göz önünde bulundurduğumuzda bile bizdeki demokrasinin zorunlu bir kopyadan ibaret olduğunu bugün olanlara bakarak çıkarabiliriz. Dönem dönem çarıklar çekilse de bugün çarıkları çekmekten çok daha kötülerinin yapıldığı dönemler de yaşandığını ve yaşanmaya devam ettiğini biliyoruz. Mevcut askerî darbeler ve darbe girişimleri dışında İmamoğlu’nun mazbatasının gasp edildiği 6 Mayıs, halkın oylarının kayyım atamalarıyla hiçe sayıldığı 19 Ağustos da buna örnektir. Umarım bir gün bu topraklarda demokrasiyi yeşertecek olan da bugün yaşadığımız acı tecrübeler olur.

Yine İsmet Paşa, seçimleri ilk kez kaybettiğinde olan biteni ABD’de okuyan oğluna anlattığı mektubunda seçimin kaybedilmesinin sebebini “halkın değişim arzusu” olarak teşhis etmişti. Halkın değişim arzusu, eğer seçimlerin varlığından söz ediyorsak olabilecek en doğal şeydir. Ancak bugün halkın değişim arzusu olduğunu iktidarın görmesi için halkın aynı seçimi en az iki kez kazanması gerekiyor! Hatta bazı bölgelerde iki kez seçim kazanmak da yetmiyor. Evet, bugün “sopalı seçimler” yok, parti kapatmak yok fakat eğri oturup doğru konuşacak olursak, seçimlerin bir anlamı da yok.

“Eski Türkiye” vs “Yeni Türkiye”

AKP’nin savaşa savaşa bitiremediği yel değirmeninin adı “Eski Türkiye”. Ne hikmetse dayak yedikçe güçlenen bu canavar, Türkiye’nin hem geçmişte olan hem de halen devam eden tüm problemlerinin sebebi olarak gösteriliyor. Benim “eski vesayet” demekten çekinmediğim o yıllarda genç Erdoğan, çöp dağlarının arasından (bir güneş gibi!) doğup, oyların yalnızca dörtte birini alsa da İBB başkanı olmuştu. İfade özgürlüğünü tanımadığını düşündüğüm mahkemenin kararıyla makamından olacağı, hatta TCK 312’den hüküm giydiği için seçilme hakkının da ebediyen yanacağı yazılmıştı. O süreçte İçişleri Bakanlığı, Erdoğan’ın başkanlığının düşürülmesi için Danıştay'a başvuruda bulunabilecekken, yani Yargıtay'ın temyize ilişkin kararını bekleme zorunluluğu yokken, dönemin İçişleri Bakanı Murat Başesgioğlu, -Yıldıray Oğur’un 21 Ağustos’ta Karar’daki yazısına göre- “Göreve geldiğimden beri siyasi amaçlarla hiçbir belediye başkanını görevden almayı arzu etmedim,” demişti. Hiçbir şey, “halkı kin ve düşmanlığa sevk etmek” suçunu işlediği söylenen Erdoğan’ın başkanlığını elinden almak için yeterli görülmemişti. Sonuçta, ancak Yargıtay kararı çıkınca Erdoğan’ın başkanlığı düştü.

Yine “Eski Türkiye” zamanında, “bin yıl sürecek” dendiği iddia edilen süreç daha birkaç yıllıkken geldiği yere geri gönderilmiş, askerin ödünü koparan siyasal İslâmcılar iktidara gelivermişti. Abdullah Gül’ün yasal yollarla cumhurbaşkanı olmaması için eski vesayetin seferber olduğu günler atlatıldı ve Gül, milletin vekil seçtiği kişilerin oyuyla Çankaya’ya çıktı.

Diyarbakır, Mardin ve Van’da yapılan “görevden alma” mı?

Şimdi elimizdekileri alt alta koyup toplayalım. Sonra bugüne bakalım. Evet, ”Eski Türkiye”ydi falan ama, en azından seçimi kazanan kişi makamına oturabiliyordu. Bugün İstanbul’da ve bazı doğu illerinde yaşananlar geçmiş vesayette dahi olmayan, korkunç bir vaziyet ortaya koyuyor.

Mutlak güç mutlak yozlaştırdığı zaman işlerin değiştiğini anlamak güç değil. Zulüm görenler, başına gelenlerin mislini başkalarına yapmaya başladı. 31 Mart’a kadar birçok il ve ilçeyi kayyımların yönetmesini önce 6 Mayıs’ta, sonra 19 Ağustos’ta olanları koyabileceğimiz bir terazi var mı?

19 Ağustos’ta olan biteni sadece duygusal reflekslere oynayan havuz haberlerinden arınmış halde görmek önemli. Önce halk, askerin ve polisin korumasında olan sandıklara gidip, -ne hikmetse AKP’den aday olan- kayyımları sandığa gömerek kayyımdan önce belediyeyi yöneten eski partilerinin adayına görevi geri verdi. Hem de %63 gibi oy oranlarıyla… Peki sonra ne oldu? Devlet, elinde hiçbir yargı kararı olmadan, İçişleri Bakanlığı’nın idari soruşturmasıyla, seçilmiş belediye başkanlarını görevden aldı. Bununla da kalmadı, başkanların henüz adayken önünü kesmeyen eski eylemlerini basına servis ederek kayyım atamalarını meşrulaştırmaya çalıştı.

Aslında 19 Ağustos’ta HDP’li belediye başkanlarına yapılanlar “görevden alma” kelimeleriyle açıklanamaz. Seçime aday olmasında hiçbir engel görünmeyen insanlar, seçimi kazandıktan sonra, seçimden yıllar önce yaptıkları şeyler gerekçe gösterilerek, hiçbir yargı kararı olmadan makamlarından ediliyor. Bu noktada, 1997’de Erdoğan’a yapılanı ve dönemin içişleri bakanının cümlesini hatırlatmakta fayda var.

Daha açık söyleyelim: İktidar partisi, minareyi çalanın kılıfı olacak gerekçelerle, kendi kendine karar verip, devletin polisini ve askerini gönderip seçilmiş başkanları dışarı atıyor. Üstüne bir de buna karşı çıkan halkı, sosyal medyada yayılan videolarda görüldüğü gibi, polis aracılığıyla darp ediyor. Peki, tüm bunlar göz önünde bulundurulduğunda, yapılan bu eylem yalnızca “görevden alma” olabilir mi? Tabu oynuyor olsak ve size tank, postal, bildiri kelimelerini kullanmadan darbeyi anlatacak olsam kesinlikle bu olaya benzer şeyler anlatırdım.

Asıl soru şu: Kendinden başkasının seçimi kazandığını kabullenmek için, yani “halkın değişim arzusu”nu kabul etmek için en az iki kez seçim kaybetmesi gerektiğini İstanbul seçimlerinde belli eden AKP, malum illerde sürekli olarak kaybediyor olmasına rağmen tekrar tekrar milletin oyunu gasp edecek gücü nereden alıyor? Ya da, aklı başında olan kimseyi ikna etmeyecek olan gerekçelerle halkın iradesini gasp eden iktidar, aynısını neden Ankara’da ve İstanbul’da yapmıyor?

Bu iki sorunun cevabı, Türkiye halklarının demokrasi anlayışının özeti aslında. Önceki belediye başkanları ne kadar seçilmişse en az o kadar seçilmiş olan Ekrem İmamoğlu’nun hırsız olduğunu ima edenler, “halka eksik pusula verildi” diye insanların aklıyla dalga geçenler, sonuçta yargı kararıyla dediklerini öyle ya da böyle yaptıranlar Diyarbakır, Mardin ve Van’da da hiç olmazsa bir yargı kararı çıkmasını bekleyemezler miydi? Fakat buna ihtiyaç bile duymadılar. Kendileri soruşturdular, kendileri suç isnat ettiler, kendileri hüküm verdiler. Neden? Çünkü adalet kavramının anlamı bu topraklarda tam olarak anlaşılabilmiş değil. Konu çoğunluğun “öteki”si olunca adaleti talep eden yığınlar görmekte zorlanıyorsunuz. Delil görmek isteyen, ikna edilmek isteyen, sorgulayan bir çoğunluğun mevcut olduğunu söylemek güç. Dün CHP söz konusu olunca çıkan gür sese bakın, sonra da bugün söz konusu HDP olunca çıkan cılız sese bakın. HDP’lilerin, siyasi çıkarı olan bazı siyasilerin ve aynısının İstanbul’a ve Ankara’ya olmasından korkanların sesini duyuyoruz, bu doğru. Ama konu, herkese lazım olan adalet gibi tartışma gerektirmeyecek bir kavram olunca daha fazlasını beklemek anormal değil. Olması gereken tepkiler verilmeyince, iktidara da tereyağından kılı çekivermek kalıyor.

Birilerinin terörle ilişkili olduğunu kolaylıkla ima edebilen AKP’li siyasetçilerin Ankara ve İstanbul’a gözünü dikmesini engelleyen, ancak ve ancak karşılaşacakları kalabalık olacaktır. Eminim ki bu kalabalığın içinde oyunu Binali Yıldırım’a veren, yarın seçim olsa Erdoğan’a oy verecek olan sayısız insan da var olacaktır. Yeter ki halk adaleti her zaman ve her şartta, herkes için talep etsin. Bir ülkenin halklarının, farklı aidiyete sahip gruplarının, farklı görüşteki birey ve topluluklarının birbiri için adalet talep etmesinden daha güzel, daha yakınlaştırıcı, daha demokrasiyi besleyici bir şey olabilir mi?

Sonuçta halkın adalet talebinin karşısında da, halkın değişim arzusunun karşısında da kimse, hiçbir iktidar duramaz. Memleketin tüm halkları için, tüm düşünce grupları için, tüm “öteki”leri için de seçme ve seçilme hakkının var olacağı günlerin gelmesini, mevcut facialardan dönem dönem çarıkların çekildiği günlere bir an evvel dönülmesini ve o istikamette demokrasiye gidilmesini diliyorum.