Almanya’da Hegemonya Mücadelesi ve Neo-faşizm


“Eski Sağ öldü. Bunu da pekâlâ hak etti.”[1]

Yeni Sağ (Nouvelle Droite) hareketinin temellerini atan Fransız yazar Alain de Benoist’nın Sağdan Kültür Devrimi. Yeni Sağ ve Gramsci adlı derlemede yer alan ilk makalesi bu cümleyle başlıyor.

Yeni Sağ’ın temel teorik çerçevesini bulabileceğimiz bu derlemenin böyle başlaması bir tesadüf değil. Alain de Benoist Eski Sağ’ın ölümünü ilan ederken elbette Yeni Sağ’ın doğumunu da duyurma niyetinde. Biri ölebilsin ki diğeri doğabilsin.

Sağın bu yeni jenerasyonunun atalarına karşı bu laubali tutumu bize ne anlatıyor? İşin bir boyutu hiç kuşkusuz pragmatik. Batık bir mirası devralarak yeni bir işletmenin temellerini atmak mümkün değil. Eski Sağ ile politik süreklilik kurmak onun edimlerinin politik sorumluluğunu da üstlenmeyi getirir; bununsa altından kalkılamaz. 6 milyon Yahudi’nin, Romanların, Sintilerin, eşcinsellerin, komünistlerin, bedensel ve zihinsel engellilerin sistematik bir biçimde yok edilmesi, çocuklara uygulanan ötanazi, insanlar üzerinde deneyler, kadavralardan sabun elde edilmesi gibi kıyaslanması zor bir vahşet söz konusu. Avrupa’ya kan ve gözyaşı getirmiş, ülke halklarını birbiriyle çarpıştırmış böyle bir hareketle bağ kurarak bir geri dönüş mümkün değil.

Asıl boyut ise zaten tam da burada yani Yeni Sağ’ın siyasi iddiasında aranmalı. Yeni Sağ mazide yaşayanlardan, geçmişin görkemli hikâyeleriyle oyalananlardan olmak istemiyor. İdeal bir gelecek ihtimalini sabırla bekleyenlerden de olma niyetinde değil. Faşizmi canlı bir politik akım olarak bugün içerisinde var etmek istiyor. Eski Sağ’a ihanet ederken aslında ona sadıktır zira faşizmi yaşamak ve yaşatmak arzusundadır. O nedenle bu, bir tür “ihanet yoluyla sadakat” olarak da tanımlanabilir. Brütüs de Sezar’a ihanetini şöyle izah ediyordu ve takıye yapmıyordu: “Caesar’ı daha az sevdiğim için değil, Roma’yı daha çok sevdiğimden.”[2]

Yeni Faşizm çoktandır Alain de Benoist’in makalelerinde bir entelektüel pozisyon olmanın ötesindedir. Ekonomik kriz ve mülteci krizinin rüzgârıyla birlikte Avrupa genelinde olduğu gibi Almanya’da da elle tutulur gözle görülür politik bir akımdır. En bilinçli, en entelektüel ve potansiyel olarak en tehlikeli ifadesi olaraksa Identiter Hareket/Kimlik Hareketi’ni (Identitäre Bewegung) göstermek doğru olur. Bu harekete daha yakından bakmadan önce genel bir kavramsal şema içinde elbette şu soruyu yanıtlama ihtiyacı var: Faşizmde yeni olan ne?

Eski Faşizm etnisiteyi ırk temelinde tanımlıyordu. Nürnberg Irk Yasaları’nı (1935) hatırlayalım. Yasa Alman İmparatorluğu vatandaşlarını annenin, babanın, büyükanne ve büyükbabanın kanına göre dört kategoriye ayırıyordu: Alman, ikinci dereceden melez, birinci dereceden melez, Yahudi. Yeni Faşizm ise etnisiteyi ırk değil, kültür temelinde alıyor. Buna göre Alman’ı Alman yapan kanı değil, Alman kültürü, Alman değerleri, Alman yaşayış pratikleridir. Balibar bu anlayış için “ırksız ırkçılık”[3] tanımını kullanmıştı: “Baskın temanın biyolojik soyaçekim değil, kültürel farklılıkların aşılamazlığı olduğu bir ırkçılık.”[4]

Eski Faşizm şu varsayım üzerinde yükseliyordu: “Dünyanın neresinde bir halk ırk olarak saflığını yitirmişse, yok olup gitmeye de mahkum edilmiştir. […] Irkların ve türlerin kana aykırı bir biçimde karıştırılması günahtır ve mahvolmaya götürür. Kan rezaleti dünya üzerindeki halkları yok etti.”[5] Yasalar bu yüzden Almanlara Yahudilerle evliliği ve cinsel ilişkileri yasaklıyordu; amaç kanın saf tutulmasıydı; saf kan aynı zamanda saf bir etnisite anlamına geliyordu. Yeni Faşizm ise kültürlerin birbirine karışmasını rezalet sayıyor, çok-kültürlülüğü reddediyor ve kültürel bir saflaşmayı hedefliyor.

Eski Faşizm etnisiteyi saflaştırma adına Arileştirme (ya da Yahudisizleştirme) programı uyguladı. Yahudilerin mallarına mülklerine el kondu, işlerinden atıldılar, işyeri sahibi olanların işletmeleri ellerinden alındı, evlerinden sürüldüler, yani toplumdan ayıklanıp dışlandılar. Yeni Faşizm’in kültürel temelde hedeflediği saflaşma da buna benzer. Amaç, farklı olan etnisitelerin, yani göçmenlerin Almanya’ya alınmamaları, alınmış olanların da geri gönderilmesidir. Ki bu duygu ve düşünce Almanya’da neo-faşizmin bilinçli temsilcilerini de aşan bir kesimin duygusudur. Bu bakımdan Yeni Faşizm’in hitap edebileceği bir kitlesi vardır. Irk temelinde bir etnisite tanımında ısrarcı olsaydı bu kitleye yönelik bir siyaset üretemezdi. Avrupa genelinde uygulanabilir bir siyasi çerçeve de sunamamış olurdu. Tam da nerede başlayıp nerede bittiği belli olmayan bir kültürel aidiyet Yeni Faşizm’e politik bir esneklik sağlıyor çünkü bu yolla ırkçılığını belli bir kültüre aidiyetle izah ederek gizleyebiliyor.

Eski Faşizm tabiri caizse bir tür Yeni Platoncu arka plan taşıyor. Zira ideal form (ari ırk) maddenin (Yahudi’nin) karşı koymasına göre madde ve formdan müteşekkil bireyde yansımasını bulmakta ve tekiller bu temelde iyiden kötüye, güzelden çirkine derece derece var olmaktadır. Eski Faşizm kendince maddeyi (Yahudi) imha edip kötünün ve çirkinin arkasındaki prensibi ortadan kaldırırken saf ideal formu (ari ırk), yani güzeli ve iyiyi egemen kılıyordu. Yeni Faşizm ise nominalisttir, evrensel tek bir formun varlığından yola çıkmamakta, tikel etnisitelerden oluşan (Almanlar, Türkler, Kürtler, Ruslar, Fransızlar…) ontolojik bir evrende sadece tikelin varlığını olumlamakta ve onun varlık hakkını savunmaktadır.

Diğer bir deyişle Yeni Faşizm’e göre kültür temelinde tanımlanan etnisitelerin her biri benzersizdir.  Birbirleriyle kıyas kabul etmezler. Tikelin bir başka prensibe indirgenemez özgünlüğü etnisiteler arasında bir tür ortak zemini de imkânsız hale getirmektedir. Bu anlamıyla Yeni Faşizm’in ontolojisi çoğulcudur; etnik bir çoğulculuğu (etnopluralism) savunması bunu anlatır. Tüm ırkların tek bir ırktan derece derece türediğini savunan bir faşizmden bu anlamıyla farklıdır.

Farklı etnisiteler “eşitlikçi ideolojilerin” (Yeni Faşizm’in bundan kastı liberalizm, sosyalizm ve Hıristiyan ahlâkıdır) yaptığı gibi “insan” gibi bir kavrama indirgenemez, bu üst kavramın altında toplanamaz ya da eşitlenemezler. Avrupa’daki mevcut liberal düzenin insan kavramı üzerine inşa ettiği toplumun hakiki bir temeli yoktur, bir hayali cemaattir. Farklı etnisitelerden insanların hayali bir insan kavramı temelinde zoraki bir birlikteliği söz konusudur. Bu zorakilik Yeni Faşizm’e göre kendini, her gün göçmenlerle yerliler arasında yaşanan -yer yer kriminal vakalara varan- kültürel çatışmalarda göstermektedir. Çünkü farklı kültürlerin değerleri, yaşayış pratikleri birbiriyle bağdaşmaz. Bunlar birbirlerini tanımları gereği dıştalarlar.

Eski Faşizm etnik merkeziyetçiydi, bir etnisiteyi diğerlerinin üzerine konumlandırıyordu, Yeni Faşizm etnisiteler arasında ademimerkeziyetçiliği savunuyor, etnisitelerin yan yana var olmasını öneriyor. Almanlar dünya üzerindeki birçok etnisiteden biridir ve bu etnisiteler arasında Yeni Faşizm’in kendi söylemine göre bir hiyerarşi yoktur, olması da gerekmez.

Bu yan yana varoluşun anlamı herkesin kendi ülkesinde var olmasıdır. Yani “Almanya Almanlarındır.”[6], “Türkiye Türklerindir”. Tam burada yeni ile eskinin bağı teşhis edilebilir. Nazi Almanya’sının ekonomi bakanlarından Hjalmar Schacht 1930 yılında yaptığı bir konuşmada şu sözü sarf etmişti: “Alman halkına yeniden dünyadaki yaşam alanını verin.” Nazilerin mücadelesi Alman halkının dünyadaki yaşam alanını yeniden kazanması mücadelesidir. Aynı talebi Yeni Faşizm’de de görürüz ancak yaşam alanı (Lebensraum) talebi bu kez kendisini “yeniden fetih”[7] (Reconquista) kavramı biçiminde ortaya koyar. Avrupa’nın yeniden fethedilmesi, hedeftir; zira Avrupa göçmenlerin, bilhassa Müslümanların istilası altındadır, bu istilanın müsebbibi olan liberaller ve sol da keza onlarla aynı taraftadır ve ülkenin gerçek sahiplerinin ülkeyi onlardan geri almasının zamanı gelmiştir.

Bu bakış açısının altında yatan varsayım etnisitenin ancak belli bir toprak parçası üzerinde egemenlik iddiasıyla birlikte düşünülebileceğidir. Buna göre etnisite taşıdığı potansiyeli ancak belli bir ekolojik çevreyle ilişkisi içinde aktüel hale getirebilir. Alain de Benoist bu tezi, Amerikan antropolog Robert Ardrey’in “The Territorial Imperative” fikrine dayandırır. Bu fikir toprak mülkiyeti ve bir toprağa dayalı ulus inşasının insanın içgüdülerinden kaynaklandığını, yani biyolojik olduğunu ileri sürer. Etnisite bir toprak içinde kökleşerek bir etnisite olur, o yüzden topraktan bağımsız bir etnisite de düşünülemez. Yeni Faşizm’in perspektifi açısından “eşitlikçi ideolojiler” ise bir tür köksüzleşmeyi getirmektedir. Göç olgusuyla hem göçmen köksüzleşir, ait olduğu topraktan kopar, ait olmadığı bir çevrede köksüz yaşar, hem de göçmeni kabul eden Avrupalı bulunduğu toprağa yabancılaşarak köksüzleşmektedir.

Nasıl bir hukuk? Yeni Faşizm’in bu konuda yanıtları muğlak. Ancak insan kavramından hareket etmediği gibi insan hakları temelinde bir düzen tasavvuru da yok. Şurası kesin: Almanlar vardır ve Almanya’da Almanların hakları geçerlidir. Yeni Faşizm’in bir başka düsturu ise Buchenwald Nazi toplama kampının girişinde de yazan ve “Herkes hak ettiğini alır” manasına gelen “Jedem das Seine”  (Latince: “Suum Cuique”) düsturudur. Bu bağlamda eşitsizlik dünyanın çeşitliliğinden kaynaklanan doğal bir durumdur ve bu doğal durum bir haksızlık ifade etmez, eşitsizlikleri gidermeye, eşit olmayanları eşitlemeye gerek yoktur, tersine kötü olan dünyayı tekleştirmeye, eşitlemeye çalışan eşitlikçi ideolojilerdir. Birey sadece insan olduğundan değerli kabul edilmemelidir, toplum içindeki etkinliğine göre değeri ölçülmeli ve buna göre hakkı teslim edilmelidir. Başka bir deyişle haklar doğal eşitsizliğin bir sonucu olarak yetenekler ve sorumluluklar ölçüsünde değerlendirilmeli ve ona göre dağılmalıdır. Bu da doğal bir hiyerarşi ile sonuçlanacaktır.

***

Almanya’daki hegemonya mücadelesi -Türkiye’dekinin aksine- liberal bir iktidarla bu iktidarın dışına itilmiş ve baskılanmış sağ arasında cereyan ediyor. Mücadelenin bir tarafını yukarıda kavramsal çerçevesini ana hatlarıyla çizmeye çalıştığım Yeni Sağ oluşturuyor. AfD’nin meclise girişi bu hegemonya mücadelesinde Yeni Sağı’n en büyük zaferi ve sahip olduğu gücün bir ifadesi sayılmalıdır. İnsan hakları, demokrasi, basın özgürlüğü, çok-kültürlülük, birlikte yaşama, kadın hakları, eşcinsel hakları, çevre bilinci gibi 1945’ten beri hegemonyanın üzerine bina edildiği liberal değer ve pratiklerin değerine şüpheyle yaklaşan bir parti, Alman parlamentosundadır. Aynı parti, Hıristiyan Demokratlardan Sol Parti’ye meclis partilerinin paylaştığı tarih ve kendilik bilincini paylaşmaz; politik ve kültürel hegemonya hakkında sürekli soru işareti üretir ve kendi özel gündeminde bir başka politik ve kültürel hegemonyanın kuruluşu olduğunu da gizlemez.

Ancak AfD bütünsel bir gelişmenin sadece bir semptomudur. Mütevazı bir biçimde, kitlelerin geleneksel ideolojilerinden ayrıldığını ve daha önce inanmaya alışık oldukları şeylere artık inanmadığını söyleyebiliriz. Merkel şahsında simgeleşen hegemonya bu anlamda Gramsci’nin Hapishane Defterleri’nde ele aldığı türden bir “otorite krizi”[8] yaşıyor. Hıristiyanlığın, sosyal demokrasinin ya da hümanizmin bir arada yaşayabilen değerleri milliyetçi muhafazakâr değerler karşısında üstünlüklerini yitiriyor. Eylemde ya da söylemde ırkçılık çarşıda pazarda ya da devlet dairesinde ayıp olmaktan çıkıyor, normalleşiyor. Almanların kendine ve tarihe dair algısı --tüm eğitim müfredatlarına, belgesellere, kitaplara, müzelere, devlet törenlerine inat- inandırıcılığını kaybediyor. Şöyle dense belki daha da doğru olur: Bugüne kadar liberal hegemonya tarafından baskılanmış ancak dönüştürülmemiş ya da gerektiği gibi gömülmemiş olan faşizm, tekrar gün yüzüne çıkıyor.

AfD bu hegemonya mücadelesinin tek öznesi değildir; gövdesi parlamento dışında olan daha geniş bir sağ grup ve oluşumlar koalisyonun parlamento içindeki ayağıdır sadece. Yeni Faşizm’in Almanya’daki en tipik, aynı zamanda en bilinçli temsilcisi ise bu koalisyonun bir parçası olan Identiter Hareket/Kimlik Hareketi’dir.

Eski Faşizm Gramsci’yi hapse atmıştı. Tarihin ironisi[9] Gramsci orada Hapishane Defterleri’ni yazdı. Yeni Faşizm’in bu temsilcisi ise -tarihin ikinci bir ironisi- Gramsci’den ilham almakta ve önüne bir politik ve kültürel hegemonya mücadelesi koymaktadır.

Hareketin öncülleri şudur: 68 hareketiyle birlikte Almanya’da politik ve kültürel hegemonya “eşitlikçi ideolojilerin” eline geçmiştir. İdeoloji ve devletin ideolojik aygıtları solcuların, liberallerin elindedir. Eğitim müfredatı, medya, kamusal söylem, yani normlar, bir ulusun kendilik bilinci, tarih bilinci, yargı, kolluk güçleri ve parlamento solculardan liberallerden geri alınmalıdır.

Gramsci Hapishane Defterleri’nde şöyle diyor:

“Bir sosyal grup hükümet gücünü kazanmadan önce ‘liderliği’ icra edebilmelidir ve aslında etmek zorundadır (ki bu aslında bu tarz bir gücü kazanmak için temel koşullardan biridir); gücü icra ettiğinde bunun bir sonucu olarak da egemen hale gelir, ama bunu (hükümet gücünü –ç.n.) elde etse bile ‘yönetmeye’ de devam etmeyi başarmak zorundadır."[10]

Identiter Hareket/Kimlik Hareketi bu çerçevede politik ve kültürel hegemonyanın dönüştürülmesi hedefini “hükümet gücünü” ele geçirmenin önüne koymuştur. Birincisi ele geçirilmediği müddetçe ikincisi alınsa bile elde tutulamaz. Dolayısıyla Identiter Hareket/Kimlik Hareketi klasik anlamda bir siyasi parti değildir, olmak da istemez zira asıl olan siyasi iktidara gelmek değil, bir “muhafazakâr kültür devrimini” başarmaktır. O yüzden kasılmadan siyasi yelpazenin sağındaki akımlara destek sunmakta beis görmez. Ulusal düzeyde Almanya için Alternatif’i her ne kadar tam olarak örtüşmese dahi dışarıya karşı tutarlı bir biçimde destekler. Tekil bir kamusal tartışmada Hristiyan Demokrat Birliği’nin (CDU- Christlich Demokratische Union Deutschlands) solda duran bir figürüne karşı daha sağdaki bir figürünü destekleyebilir. Hatta sol bir figüre dahi, diyelim İslâmileşmenin Avrupa değerleriyle bağdaşmadığını ileri sürmesi halinde, destek sunabilir. Uluslararası düzeyde ise Trump ya da Bolsonaro gibi figürleri kendi hegemonyanın dönüştürülmesi çabası içerisinde bir tema haline getirip kullanmaya çalışır. Kendisi ise daha ziyade parlamento dışı bir muhalif gençlik hareketi olarak etiketlenebilir. Dinamik bir biçimde 68 gençlik hareketini ve 80’lerin Greenpeace hareketini hatırlatan radikal, sembolik ve medyatik eylemlere yönelir. Hareketin ayrıca bir kadın örgütlenmesi de bulunuyor. Bu hareket ise kadına yönelik şiddete karşı çıkarken göçmenleri, mültecileri kadına şiddetle, tecavüzle özdeşleştiren, kadına şiddetin göçmenlerin kültürlerinden kaynakladığını vurgulayan bir politik hat izliyor.

Bitirirken…

Yeni Faşizm, aynı zamanda Marksist sosyalizmin krizine de işaret eden bir olgudur. Yeni Faşizm, liberal düzenle kriz halindeki kitleler açısından, Marksist sosyalizme nazaran çok daha cazip bir alternatif durumundadır. Hiç kuşkusuz bu alternatif ilerici değil, gericidir; ufkunda liberalizmin kozmopolit değerleri tarafından bozulmamış saf bir ulusa geri dönüş bulunur. Kendi izleği açısından devrimcidir de; önünde sol liberal hegemonyayı devirerek kazanılacak bir iktidar vardır. Aktüel sosyalizmin ufku ise büyük ölçüde bu hareket karşısında liberal değerlere sahip çıkmakla sınırlıdır; bunun ötesine geçen bir hat izlemekten uzaktır; bu bakımdan ne ilerici ne de gerici, daha ziyade tutucu ve mevcudu koruyucudur. Halbuki politik alanı kendi iktidar ve toplumsallık biçimleriyle, kültürel alanı kendi değerleri, normları, pratikleriyle talep eden; kendi politik ve kültürel hegemonyasını kurmayı önüne koyan bir Marksist sosyalizme ihtiyaç var.



[1] Benoist, Alain de. Kulturrevolution von rechts: Gramsci und die Nouvelle Droite. Krefeld. 1985. s. 13.

[2] Shakespeare, William. Julius Caesar. Türkiye İş Bankası. 2007.

[3] Balibar, Etienne ve Wallerstein, Immanuel. Irk, Ulus, Sınıf. Belirsiz Kimlikler, Metis. 2000. s. 30.

[4] A.g.y.

[5] Deutschvölkischer Schutz- und Trutzbund (Ortsgruppe Meißen): Eine unbewußte Blutschande - der Untergang Deutschlands. Naturgesetze über die Rassenlehre. 1921. s. 8.

[6] Almanya’nın klasik faşist partisi Nasyonal Demokrat Parti’nin (NPD) sloganlarından biri. “Türkiye Türklerindir” şeklindeki versiyonu Hürriyet gazetesinin sloganıdır.

[7] “Reconquista” Endülüs döneminde Hıristiyanların İber Yarımadası’nı Müslümanlardan peyderpey geri aldığı tarihsel döneme verilen ad. 1492 yılında Endülüs devletinin yıkılmasıyla tamamlandığı kabul edilir.

[8] Gramsci, Antonio. Selections from the Prison Notebooks, “Wave of Materialism“ ve “Crisis of Authority”,  Londra, 1999, s. 256.

[9] Vatansever, Aslı. “Gramsci Türkiye’de”, https://www.birikimdergisi.com/guncel-yazilar/9010/gramsci-turkiye-de

[10] Gramsci, Antonio. Selections from the Prison Notebooks, “Wave of Materialism“ ve “Crisis of Authority”,  Londra, 1999, s. 212-213.