Yaşamın ve Ölümün Sahipleri

Kişinin kendi yaşamı ve ölümü üzerinde mutlak bir hakka sahip olması, en temel insan haklarından biri olarak düşünülebilir. Ancak bu hakkın tanımlandığı biçimiyle özgürce kullanılabildiğini söylemek oldukça zor. İnsanlığın gelişim çizgisinde bir çeşit yaşam örgütlenmesi olan devlet ve onun yönetimsel gücünü üstlenen iktidar erkinin uyruğu olan her birey ve topluluk, yaşamı ve ölümü üzerindeki hakları da o erke devretmek durumunda kalmıştır. Geçmişin klasik iktidar biçimlerinden günümüzün iktidar teknolojileri oldukça gelişmiş hiper güçlü modern-postmodern iktidar biçimlerine dek izlendiğinde, egemen iktidarların ayırıcı özelliklerinden en önemlisinin tebaalarının yaşamı ve ölümü üzerindeki tartışmasız hakları olmuştur. Klasik hegemonik iktidarlar, yüzyıllar boyunca kendi varlıklarını (ki kendi varlıkları da istisnasız devletin ve uyruklarının varlığıyla bir tutulmuştur) sürdürebilmek ve geliştirebilmek için rahatlıkla uyruğu altındaki insanların yaşamları ve ölümleri üzerinde sınırsız tasarrufları olduklarını düşünmüş ve bu hakkı çekincesiz kullanmışlardır. İlk bakışta doğrudan ve keyfî bir hak gibi görünmeyen bu tasarruf uzak ve yakın tarihî kesitler içinde binlerce örneğine rastlanabileceği gibi sayısız iktidar fiilinde çoğu kez kişisel hırsların, tutkuların, saplantıların, düşüncesizlik ve aymazlıkların sonucu olarak keyfîliğe dönüşmüştür. Birçoğu son derece öznel sebeplerle başlatılan bütün bu savaş, kıyım, göç ve sürgünlerde iktidar erki, tebaalarından, kendi iktidarları için (her devir ve durumda devlet, millet veya kutsal bir amaç için olduğu ileri sürülür) “yaşamlarını tehlikeye sokma” ve “ölümlerini isteme” hakkı için devreye girer. Ancak iktidarlar bu hakka doğrudan sahip değillermiş, bu hakkı dolaylı olarak ve gerekli durumlarda mecburen kullanıyorlarmış gibi sunmuşlardır. Kısacası iktidarların uyruklarının yaşamı üzerindeki dolaylı hakları, kendi varlıklarını/iktidarlarını koruma şartına bağlı olarak doğrudan uygulanır olmuştur.

Foucault’ya göre Hobbes bu hakkı, doğal durumda herkesin sahip olduğu kendi yaşamını başkalarının ölümü pahasına koruma hakkının hükümdara aktarılması olarak görüyor. Ancak Foucault kendisi bu yaklaşımı, iktidar adlı hukuksal varlığın oluşumuyla birlikte ortaya çıkan özgül bir hak olarak görebilir miyiz, diyerek şüpheyle karşılıyor. Düşünür, Cinselliğin Tarihi adlı eserinde iktidarların yaşam ve ölüm üzerindeki haklarının kullanımıyla ilgili olarak görüşlerini şöyle dile getiriyor:

“Her ne olursa olsun, yaşam ve ölüm hakkı, eski ve mutlak biçimde olduğu gibi, bu modern, göreli ve sınırlı biçimiyle de simetrik olmayan bir haktır. Hükümdar, yaşatma hakkını ancak öldürme hakkını devreye sokarak ya da sokmayarak kullanır; yaşam üzerindeki iktidarını ancak isteme hakkına sahip olduğu ölümle belirtir. ‘Yaşam ve ölüm’ üzerinde hak diye söze geçirilen, gerçekte öldürme ya da yaşamasına izin verme hakkıydı. Sonuçta bu hakkın simgesi kılıçtı. Belki de bu yasal biçimi, iktidarın temelde bir tasarruf mercii, aşırma mekanizması, zenginliklerin bir bölümünü kendine mal etme hakkı, tebaasına dayattığı ürünleri, malları, hizmetleri, emeği ve kanı zorla ele geçirme hakkı biçiminde işlediği tarihsel bir toplum biçimine bağlamak gerekecektir. İktidar bu biçimde her şeyden önce el koyma hakkıydı; bu hak, yaşamı ortadan kaldırmak için onu ele geçirme ayrıcalığıyla doruk noktasına ulaşıyordu” (s. 97).

İktidarların egemenlikleri altındaki maddi ve manevi her tür varlığa öncelikle “el koyma” güdüsüyle davranmaları, “zenginlikleri kendilerine mal etme” eğilimleri, çeşitli biçim ve içerikler içinde geliştirilerek devletin, milletin varlığını sürdürmesi, geliştirmesi zeminine yerleştirilir ve artık buna karşı gelişebilecek olan her tür söylem en baştan kriminalize edilir, gayri meşru ilan edilir ve şiddetle bastırılır. Bu tür iktidar karşıtı kalkışmalarda bireyin ve grupların yaşam hakları rahatlıkla gasp edilir ve ölümle cezalandırılırlar. Bu gasp ve ceza hem egemen iktidar hem de uyruklarınca iktidarın hukuksal varlığı adına yasal ve meşru bulunur. Zira iktidar erki, hem kendisinin varlığını ve güvenliğini uyruklarının yaşamlarının, varlıklarının temel şartı olduğu yanılsamasını yaratabilmiş hem de devletin-milletin varlığını kendi fizikî ve hukuki varlığına içkin olana dahil etmiştir. Bu anlamda iktidar erkinin kendini savunma veya kendinin savunulmasını talep etme üzerinden uyruklarının yaşamı ve ölümü üzerinde ilan ettiği mutlak hâkimiyeti, uyruklarınca da içselleştirilmiştir. Tam da bu algıdan kaynaklanan sebeplerden dolayı yüzyıllar boyunca milyonlarca insanın ölümüne yol açan fiiller yaşanmıştır. Teorik düzeyde hiç kimse dünyasal varlıkları, zenginlikleri, kaynakları bu şekilde elde etmeye çalışmanın rasyonel olduğunu iddia etmeyecektir belki ama sonuçta dünyasal ve mistik iktidarların temel paradigmasının da uyruklarının yaşamı ve ölümü üzerinde hak elde ederek var edildiği realitesini reddedemeyecektir. Çünkü iktidar, her şekilde bir çeşit gasptır. Bu gaspın örtülü veya açık nesnesi bizzat uyrukların maddi/manevi varlıkları ve iradeleridir. Ancak görüldüğü üzere gaspın nesneleri de gasp ediminin anlamsal ve fiilî boyutta sürdürülmesinin edilgen faillerine dönüşmüşlerdir. Bunun hukukilik ve yasallık içinde yapılması yalnızca gaspın sürdürülebilir olması ve uyrukların itaatkâr ve uzlaşımcı olması için ihtiyaç duyulan bir kılıftır. İnsanlığın mevcut devlet ve iktidar pratikleri türü yaşamsal örgütlenmelerin alternatifini oluşturamamış olması da bu gaspın karşı konulmaz genel geçer bir kural olarak algılanmasına yol açar.

Hiçbir tarihsel dilim, XIX. yüzyıldan XX. yüzyılın ortalarına kadar iktidarların, uyruklarının “yaşamı ve ölümü” üzerinde hak iddia ederek onları kitleler halinde ölüme ve öldürmeye gönderdiği şiddet ve hiddet dolu bir zaman dilimi olmamıştır. XIX. yüzyıldan XX. yüzyılın ortalarına kadar “doğal iktidar” biçimlerinin uyrukların fiziksel ve ruhsal varlıkları üzerindeki mutlak hâkimiyeti II. Dünya Savaşı gibi vahşet düzeyinde katliamların, toplu kırımların, yüz kızartıcı suçların işlendiği bir realite yaratmıştır. İnsanlık tarihi, milyonlarca insanın hastalıklı ruhların ve ideolojilerin büyüsüyle topluca aklın sınırları dışına taşan canavarca fiilleri rahatlıkla işlediğine şahit olmuştur. İnsanlık, aklı, vicdanı, ahlâkı iktidar erkince uyruklarının maddi ve manevi varlıkları üzerindeki “yaşam ve ölüm hakkı”nın hiç bu denli suiistimal edildiğine şahit olmamıştır. Büyük kitlelerce iktidar erkinin varoluş biçiminin korunması ve sürdürülmesi kendi varlıklarının korunması ve sürdürülmesinin bir diğer yüzü gibi algılanmış ve bu kitleler düşüncesizce kendi yaşamlarıyla birlikte milyonlarcasının yaşamını yok oluşa sürüklemişlerdir. Özellikle Soğuk Savaş siyaset ve politika karakteri olarak ortaya çıkan bu manzarada, dev kitlelerin iktidar erkince gerek ideolojik gerekse şiddet araçlarıyla yaşam ve ölüm haklarının büsbütün ele geçirildiğine şahit olunmuştur ki Batı dünyasının günümüzde terk ettiği Soğuk Savaş iktidar teknolojileri Doğu’nun İslâmi ve bazı İslâm dışı toplumlarınca hâlâ belli oranlarda kullanılmaktadır. Ancak bu toplumlarda Soğuk Savaş tekniklerinin daha çok ülkelerin iç işleyişinde kendi dinsel-etnik-sosyolojik gruplarını ayrıştırıp kriminalize etmede ve sistem dışına itmede kullanıldığı görülmektedir.

Batı dünyası için belki I. ve II. Dünya Savaşı’ndaki gibi şeytani deneyimler klasik iktidar biçimlerinin bütünüyle terk edilmesi ve yeni iktidar biçimlerinin belirgin bir şekilde yer alması için de milat olmuştur. Biyo-iktidarlar olarak adlandırılan bu iktidar biçimlerinin başlangıç aşamasını XVIII. ve XVII. yüzyıllara dek götüren Foucault bu yeni iktidar teknolojisi için şunları söyler:

“Ne var ki Batı, klasik çağdan bu yana bu iktidar mekanizmasında gerçekten derin bir dönüşüme tanık olur. Tasarruf hakkı, bu mekanizmaların en önemli biçimi olmaktan çıkıp, boyun eğdirdikleri güçleri kışkırtma, güçlendirme, denetleme, gözetleme, çoğaltma ve düzenleme işlevlerine sahip parçalar içinde bir parça haline; üretmeye ve bu güçleri silmek, eğmek ya da yok etmek yerine güçlendirmeye ve düzenlemeye yönelik iktidara dönüşür” (a.g.e., s. 97).

Fakat Türkiye’nin de içinde yer aldığı İslâm toplumları için bu yeni biyo-iktidar biçimleri ve eski iktidar biçimlerinin araçlarının halihazırda birlikte kullanılmaya devam edildiğini söyleyebiliriz. Bu toplumlarda eski tür doğal iktidar biçimlerinin hem iktidar erkinin hem de uyrukların düşünsel yapısına daha uygun olduğunu söyleyebiliriz ancak diğer taraftan küresel kapitalizmin ve modernizmin bir zorunluluğu olarak yeni tip biyo-iktidar teknolojilerinin araçlarından da yararlanıldığını görüyoruz. Bu toplumlarda gerek devletler, gerekse etnik-dinî ve sosyolojik gruplar, topluluklar, halklar kendilerini var kılmanın yolunun bir başkasını yok etmek olduğu psikolojisiyle ölüme ve öldürmeye hazır halde tutulur. Bu psikoloji aynı zamanda bu toplumlara özgü iktidar biçimlerinin varoluş mantığını da tahkim eder. Bu manada yaşanacak trajik acılar bir çeşit “yaşamsallık” kazanarak sorgulanmaya, muhakemeye tabi tutulmazlar ve tereddütsüz sahiplenilirler. Gerek fizikî gerek düşünsel iktidar erkinin yarattığı bu ölümcül güdü, toplumların fikrî ve ruhi yeteneklerini hem çağın iyicil gelişmelerinden tecrit etmiş hem de güdük kılmıştır. İktidar erki özne olarak kendini toplumun tümüne ait olan kutsi sıfatlarla donatarak kendi şahsi varlığına sınırsız bir hareket ve meşruiyet alanı yaratmıştır. Ancak bu toplumlarda da sayısız iktidar öznesinin yaşamını, ırkını, inancını var etmek ve sürdürebilmek amacıyla ürettiği onca savaş, yıkım, katliam günümüzün gelişen teknolojisiyle birlikte topyekûn yıkımlara dönüştüğünden ve kapitalist ilişkilerin dayatmasıyla günümüzde kısmen de olsa yönünü yeni iktidar biçimlerine çevirmiştir.

Foucault, bu biyo-iktidar çağının XVIII. yüzyılda iyice belirginleştiğini düşünür. Siyasi pratikler ve iktisadi gözlemler alanındaki doğurganlığın, uzun yaşamın, kamu sağlığının, konut ve göç sorunlarının belirmesinin bedenlerin boyun eğmesini ve nüfusların denetimini gerektiren biyo-iktidar çağının başlamasına yol açtığını düşünür. Biyo-iktidarların kapitalizmin gelişmesinin kaçınılmaz sonucu olduğunu düşünen Foucault gibi bazı düşünürler, gelinen aşamada kapitalist güçlerin bedenlerin denetimli bir biçimde üretim aygıtına sokulmasını, nüfus olaylarının ekonomik süreçlere göre ayarlanmasıyla güvence altına alınmasını kurguladığını düşünür. Ayrıca insan birikiminin sermaye birikimine uygun kılınması, insan gruplarının büyümesinin, üretim güçlerinin yayılmasıyla kârın diferansiyel bölüşümüne eklenmesinin biyo-iktidarlar sayesinde gerçekleştiğini söylerler. Foucault bu iktidar dönüşümünün yol açtığı yeni durumu şöyle tarif eder:

“Tarihte kuşkusuz ilk kez, biyolojik olan siyasal olanda yansıma bulur; artık yaşama olgusu arada bir ölümün ve ölümlülüğün izin verdiği ölçüde ortaya çıkan o ulaşılmaz yer değildir; belli ölçüde bilginin denetimi ve iktidarın müdahale alanına kayar. İktidar artık, üzerinde kullanılacak en uç hakkın ölüm olduğu hukuksal öznelerle değil, canlı varlıklarla muhatap olacaktır…” (a.g.e., s. 101, 102).

Düşünür, son tahlilde bu gelişmeleri bir çeşit normalleşme ve yaşamı merkez alan bir iktidar teknolojisinin tarihsel sonucu olarak görür.

Sonuçta gerek klasik iktidarların gerek biyo-iktidarların temelde bireyin ve toplumun yaşamı üzerinde bir çeşit tahakküm kurma girişimleri olduğu aşikârdır. Zira klasik iktidar yöntemlerinin kapitalizmin geldiği aşama itibarıyla yeterli görülmemesi, en azından Batı dünyasında işlevselliğini yitirmesi, günümüzde biyo-iktidarların bilgi dünyasının ele geçirilmesiyle de oldukça gelişmiş araçlara sahip olarak egemenliğini derinleştirmeye ve yaygınlaştırmaya çalıştığı bir seyirde ilerlediğini söyleyebiliriz. Diğer taraftan kapitalizmin biyo-iktidar yöntemlerini dahi yetersiz gördüğü, bedenler-nüfuslar üzerindeki mühendisliğinin yanı sıra bütün bu biyolojik bünyeleri bütünüyle kendisine bağımlı kılmaya çalıştığı da aşikârdır. Kapitalist modernite bütün bunları sadece iktisadi süreçler biçiminde tasarlamamış, aynı zamanda zihinsel-duygusal bağımlılık süreçleri olarak da kurgulamaya çalışmıştır. Bireyler ve toplumların hem yaşamları hem de ölümleri üzerinde kapitalist zihniyetin mutlak iktidarı hüküm sürmeye başlamış, tekil ve çoğul özneler sonsuz bir tüketim sarmalının duygusuz-idraksiz güvelerine dönüştürülmeye çalışılmıştır. Türkiye ve İslâm toplumları özelinde bakıldığında bu kapitalist iktisadi ve zihnî sürecin aynı zamanda geçmişin klasik iktidar teknikleri ile birlikte bir karma model olarak düzenlendiğini görebiliyoruz. Toplum ve birey bir taraftan klasik iktidarların biat kültürü içinde mutlak bir uyumluluğa zorlanıyor, diğer taraftan da ulusal ve küresel kapitalist ilişkilerin nobran, şedit sonuçlarıyla karşı karşıya bırakılıyor. İslâm ülkeleri özelinde en azından son yarım yüzyıla bakıldığında, kapitalist sistemin dayattığı biyo-iktidar yaklaşımlarına rağmen gerek devletlerin gerek küçük etnik-dinî grupların iktidar pratiklerince uyrukları altındakilerin “yaşam ve ölüm” haklarının ne tür bir pervasızlıkla, aymazlıkla, hoyratça kullanıldığı çok net örneklerle görülecektir.

Toplum ve birey gerek dinî gerek ideolojik araçlarla aşırı yüklenerek zihinsel ve ruhsal bir mutasyona uğratılmış, uyuşturulmuş ve iktidar erkinin yaşamını ve ölümünü tümüyle ele geçirmesine hazır hale getirilmiştir. Ulusal ve bölgesel çatışmaların, dünyaya yayılan öfke ve şiddet dolu fiillerin failleri de bu çeşit ele geçirilmenin hem nesnesi hem de öznesi olmuşlardır. Birey ve toplum bir çeşit öğrenilmiş çaresizlik içinde yaşamı üzerinde hak iddia edemeyince ölümü üzerindeki haklarını da kaybetmeyle karşı karşıya kalmıştır. İnsanların yaşamları üzerindeki ayrımcı, tahkir edici, ayrıştırıcı, ötekileştirici fiil ve sıfatlar,   ölümlerinden sonra da sürmekte ve insanlar, iktidarların hem yaşamlarının hem ölümlerinin sahipleri olma iradesi ve fiiliyle karşı karşıya kalarak bir çeşit tarih-dışılaşmaktadırlar.