RTÜK Üyesi Faruk Bildirici ile RTÜK, Medya ve Sosyal Medya Üzerine: “Mücadelenin Kendisi Kazanmaktan


RTÜK, kuruluşundan itibaren, muhalif çevrelerce, medya ortamı üzerinde sıkı denetimci, kısıtlayıcı, sansürcü bir mekanizmanın tesis edilmesi olarak görüldü, olumsuz karşılandı. Önce, yıllardır medya etiğiyle meşgul birisi olarak, RTÜK’e nasıl bakardın, bu bakışın zaman içinde değişti mi –ve tabii içeriyi görünce değişti mi? İmkânın olsa, RTÜK’ü tutar mıydın, kaldırır mıydın, değiştirir miydin?

Gazeteci olarak her zaman medyanın etik denetiminin yine gazeteciler ve gazetecilik kuruluşları tarafından yapılması gerektiğini savunageldim. Medyanın içerik denetimi bağımsız gazetecilik kuruluşları dışında birileri tarafından yapılmaya başladığında gazetecilik dışında kaygılar, hedefler ve menfaat ilişkiler devreye giriyor. Tabii böyle bir etik denetim için güçlü ve bütün medya kuruluşları tarafından benimsenmiş güçlü meslek örgütlerinin olması gerektiğinin farkındayım. Zaten medyanın kendi kendini kontrolü konusunda ülkemizde adım atılamamasının başlıca nedenlerinden biri de bu.

Günümüzde medya eskisiyle kıyaslanmayacak ölçüde genişledi, internet ve sosyal medya yaşamın başköşesine oturuverdi. Radyo ve televizyonlar sayıca arttı ve yaygınlaştı. Ben yine aynı kanıdayım, radyo ve televizyonları da dıştan başka birimler, meslekler, güç odakları, hele de siyasi iktidar denetlememeli. Cezalarla yola getirmeye kalkmamalı.

Ama maalesef ülkemizde mevcut durum tam da böyle. RTÜK, bırakın bir meslek örgütü ya da uzantısı olmayı, uzmanlık kurulu bile değil. Kurul üyeleri siyasi parti kontenjanlarından seçiliyor; siyasi iktidar koalisyonunun sayısal çoğunluğu var. Dolayısıyla da burası siyasi iktidarın arka bahçesi gibi… Kararlarda siyaset belirleyici oluyor, bağımsızlık, tarafsızlık ve özerklik yasa metninde, daha doğrusu lafta kalıyor.

Eskiden de RTÜK’ü, radyo ve televizyonları yasaklar ve cezalarla kontrol etmeye çalışan siyasi bir organizasyon olarak görüyordum, yine öyle görüyorum. İçine girince bakışım çok da değişmedi. Elimden gelse RTÜK’ü gerçekten bağımsız, özerk ve tarafsız bir kurul haline getirirdim. Bunun için de siyaset etkisinden -özellikle de siyasi iktidarın hâkimiyetinden- kurtulmasını, uzmanlardan oluşan bir kurul haline gelmesini hedeflerdim. Yasakları ve cezaları silah olarak kullanan denetleyici bir kurul yerine ilkeler ve standartlar belirleyerek onlar üzerinden sektörü düzenleyen bir üst kurul olması için çaba harcardım. Cezaların yanlışları düzeltmek için çare olmadığı ortada. Ekranlar şiddet ve kadına şiddet görüntülerinden geçilmiyor. Tabii bunda RTÜK’ün erotik görüntüler, alkol ve sigara görüntüleri kadar hassas olmamasının da rolü olduğunu söylemeliyim. 

Gün oluyor, muhalifler de olumsuz baktıkları bu iktidar kurumlarının yönetimine gelebiliyor veya orada görev üstlenebiliyorlar. Senin başına geldiği gibi! O zaman da, önlerinde çeşitli yollar yöntemler var. Bir, bu kurumları, olanaklarını “iyi amaçlarla” kullanmak üzere benimsemek… İki. içeriden değiştirmeye çalışmak… Üç, daha retçi bir muhalif tutumla “teşhir etmeye” çalışmak… Önce, bu yöntemler hakkında genel olarak ne düşünürsün? Hem ikinci hem üçüncü yöntemi uyguluyor gibi görünüyorsun, yanılıyor muyum? (Başkanın istifasını istemen, bu iki yöntemi birleştiriyor gibi!)

Bizim mesleğin doğasında var muhaliflik, eleştirellik, sorgulayıcılık. Benim muhalifliğim de böyle. Dolayısıyla buraya gelince de aynı tavrı sürdürmem kaçınılmazdı benim açımdan. Gördüğüm yanlışlara sessiz kalmak, burada sürüp giden denge düzeninin parçası olmak bana uygun bir yaklaşım değil. O nedenle ilk andan itibaren yanlış olan her şeye itiraz ettim, kendi anlayışıma göre olması gerekenleri aktarmaya, bazı şeyleri değiştirmeye yönelik çaba harcadım. En sinir olduğum söz de “uygulamamız böyle” denilmesi. Bugüne kadar bir uygulamanın sürüp gidiyor olması o uygulamaya haklılık kazandırmaz, doğru olduğunu göstermez. Böyle dendiği an doğru mu yanlış mı sorusunu soruyorum, yanlış olduğunu düşünüyorsam anlatmaya çalışıyorum.

Örneğin zorunlu yayınlar ve kamu spotları ile ilgili Üst Kurul kararları web sayfasından ilan edilmiyor; dolayısıyla muhalefet şerhlerim de orada yayımlanmıyor. Oysa RTÜK çalışma usul ve esasları yönetmeliğine göre, bütün düzenleyici ve denetleyici kararların kamuoyuna duyurulması gerekiyor. Yönerge uygulanmıyor. İtiraz edince “uygulamamız böyle” yanıtı alıyorum. Ben de itirazımı sürdürmekle kalmıyor, karşı oy yazılarımı kendim açıklıyorum.

Çünkü bu ülkede yaşayan herkesin hayatına bir şekilde değen bu kuruluşun şeffaf olması gerektiğine inanıyorum. Televizyon ve radyo izleyicisi her insanın, burada olup biten her şeyi, her tartışmayı, her kararı bilmeye hakkı var.  Ben buraya geldiğim ilk günden itibaren bu yönde çaba harcıyorum. Yasaların ve konumumun elverdiği ölçüde insanları bilgilendirmeye, kurumu şeffaf hale getirmeye çalışıyorum.

Böyle bakınca hem değiştirmeye çalıştığımı hem de muhalif bir tutumla, teşhir demeyelim de, kamuoyuna yansıtma çabası içine girdiğimi söyleyebiliriz. Tabii buradaki sayısal çoğunluğun ve yirmi beş yıl içinde oluşan kurumsal geleneklerin benim önümde engel olduğunun da farkındayım. Ama mücadele etmeden kazanmak mümkün olmuyor. Hürriyet’te ombudsmanlıktan ayrılırken söylediğim sözü burada da tekrarlayayım: İnsan hep kazanmak için mücadeleye girmez. Bazen mücadelenin kendisi kazanmaktan daha değerli olabilir. Kaldı ki, büyük zaferler peşinde değilim; küçük değişimler de beni mutlu eder, mücadele gücümü tazeler.

Özetle söylemek gerekirse, yanılmıyorsun, iki yöntemi de kullanıyorum. Kendim gibi davranıyorum, daha önce uygulanmamış yöntemleri uyguluyor, daha önce kullanılmamış yollardan gidiyorum. Bir iz bırakabilirsem ne mutlu bana…

Malûm, “post-truth” çağda olduğumuzdan söz ediliyor. “Hakikat-sonrası”… Faydalı, işlevsel olduğu, “bize uyduğu” müddetçe yalanın “sıkıntı” olmadığı bir siyasi ahlâk… Olmuşla olmamışı, sahiden öyle söylenmiş lafla aslında öyle söylenmemiş lafı ayırt etmek gitgide zorlaşıyor. Bu devirde, medya ombudsmanlığı (veya medya eleştirisi ya da izleme-“teyit” faaliyeti) hem çok çok zor, hem çok çok hayati. Ne düşünüyorsun, yapılanlar, yapılamayanlar ve yapılabilecekler, yapılması gerekenler hakkında? Belki, mevcutların, alışılmışların dışında yeni yöntemlere, çabalara dair sesli de düşünerek…

Evet, yalana ve yanlışa, dezenformasyona karşı mücadele, giderek başlı başına bir faaliyet alanı haline geldi. Benim gazeteciliğe başladığım yıllarda her gün karşılaştığımız haber ve bilgi sağanağını derelerle tanımlarsak, şimdi artık koca nehirler ya da denizlerle ifade edebiliriz. Bu bilgi/haber sağanağı içinde yalan, yanlış, spekülasyon ve dezenformasyon içeren o kadar çok veri oluyor ki, bunlara karşı bilinçli ve dikkatli olmak bütün medya tüketicilerinin yükümlülüğü. Ama daha çok da bu mesleğin profesyonelleri olan bizlerin görevi.

Teyit.org gibi doğrulama organizasyonlarının işlevi zamanla daha çok artacak ve onlara daha çok ihtiyaç duyacağız gibi görünüyor. Fakat biz gazetecilerin onlara iş bırakmamasında, kendi evimizi temizlemeye çalışmamızda yarar var. Bu öncelikle medyanın okur ve izleyici karşısındaki güvenilirliği ile ilgili. Yalan ve yanlıştan arınamayan medyanın güvenilir olmasını, dolayısıyla da hayatiyetini sürdürmesini bekleyemeyiz.

Bu nedenle medyanın kendi kendini denetlemesinin öneminin de giderek artacağına inanıyorum. Dış uyarılara gerek kalmadan düzeltmeler yapan, yalan ve yanlışlardan arınmak için şeffaf bir şekilde çaba harcayan medya kuruluşları kazanır. Tabii bunu bugünkü iktidarın propaganda aracı haline dönüşen medya kuruluşları için söylemiyorum. Gazetecilik kaygısını, insanlara doğru bilgi ve haber verme refleksini kaybetmeyen meslektaşlarım ve bağımsız medya kuruluşlarını gözeterek dile getiriyorum. 

Otokontrolün en etkili yolunun ombudsmanlık, bizde bilinen adıyla okur temsilciliği olduğuna inanıyorum. Gazete sahipliği ve editöryel yönetimin evrensel gazetecilik ilkelerini benimsemesi ve ombudsmanlık kurumunu gerçekten tanıması halinde ombudsmanlık çok etkili olabilir. Hürriyet’teki deneyimlerime dayanarak bunu söyleyebiliyorum. Orada büyük engeller ve sorunlarla karşılaşmış olsam da böyle…

Belki her medya kuruluşunun olmasa bile tümünün kabul ettiği, tüm medyanın eleştiri ve kararlarına saygı duyduğu bir “medya ombudsmanlığı” kurumu da yararlı olabilir. Hürriyet sonrasında kendi web sayfamda böyle bir denemeye girişmiştim. Gayri resmî ya da ilan edilmemiş “medya ombudsmanı” olarak bütün medya organlarıyla ilgili eleştiri ve görüşler kaleme aldım orada. İyi de gidiyordu aslında. Ama hesapta olmayan bir RTÜK üyeliği çıktı. Şimdi ikisini birden nasıl götüreceğimi bilemiyorum. Belki orada daha genel medya eleştirileri kaleme alarak devam edebilirim. RTÜK sonrasında da yine medya ombudsmanı olarak daha aktif yazmaya devam ederim.

Aslında benim olmam da şart değil. Umarım ileride medya, “medya ombudsmanlığı”nı kabul eder ve bu iş kurumsal hale gelir. Post-truth çağında yararlı olacaktır.

Manipülasyon deyince, tabii trolleri anmak lazım. Doğrudan RTÜK’ün “yetki” alanına girmiyor (gerçi, internet platformlarına getirilen denetimin kişisel sosyal medya hesaplarına da müdahale riski getireceğine dikkat çekmiştin)… Senin ombudsman deneyimin bakımından da doğrudan radarına girmiyor… Ama bu konudaki düşüncelerini de merak ediyorum. Trol “olgusuna” ne demeli, kamusal açıdan, medya etiği açısından, nasıl baş etmeli?

Çok iyi bildiğimi söyleyemem. Fakat görebildiğim kadarıyla troller ikiye ayrılıyor: Birincisi bireyler, ikincisi kurumsal olanlar. Bazı partiler, kuruluşlar veya güç odakları trol ekibi kuruyorlar. Bireysel olanlara karşı mücadelenin en iyi yolu sanırım onları görmezden gelmek, karşılık vererek meşruiyet sağlamamak. Ben Hürriyet’te iken de aynısını yapıyordum, yine o yöntemi izliyorum. Çok çok zorda kalmazsam yanıt vermiyorum. Hele hakaret veya küfür edenlerle asla muhatap olmuyorum. Kendi çamurlarında kendi kendileriyle oynamak zorunda kalıyorlar.

Asıl tehlikelisi kurumsal troller. İktidar partisinin trol ekibi. Bu tür kurumsal trol saldırılarına karşı toplu savunmalarla yanıt verilebilir sosyal medyada. Ama asıl olarak kurumların trol ekiplerini teşhir etmek, bunun yanlışlığını kamuoyuna duyurmak gerek. Çünkü ahlâksız bir yöntem trol ekibi oluşturup sosyal medyada manipülatif bilgiler yaymak, insanlara saldırmak… Bunlar resmen ahlâksızlık… Sosyal medya eşkıyalığı…

Kadri Gürsel, “ana akım medya”nın Türkiye’de ortadan kalkmış olduğunu söyleyen, buna hayıflanan, çünkü ister istemez “konformist” de olsa kurumlaşmış bir ana akım medyanın herkesin hayrına olduğunu savunan bir yazı yazmış, bunun üzerine bir tartışma başlamıştı (birkaç örnek: https://www.artigercek.com/yazarlar/ragipduran/ana-akim-medya-da-aslinda-aktivisttirhttps://t24.com.tr/haber/evrenselden-kadri-gursele-ana-akim-gazetecilik-tepkisi-hicbir-sey-bu-kadar-indirgemeci-ve-mekanik-olamaz,747816http://platform24.org/yazarlar/3458/profesyonel-gazetecilik-tartismasi-ve-odadaki-fil) Bu konuda ne düşünürsün?

Ben de Kadri Gürsel arkadaşımız gibi bir ana akım gazetecisiyim. Bugün artık varlığından söz edemeyeceğimiz ana akım gazeteciliğin geçmişte gazeteciliğin şanına yakışır işler de yarattığına inanıyorum; büyük, hem de çok büyük günahları olduğuna da. Ben aslında ana akım medya yerine, eskiden beri egemen medya tanımını kullanmaktan yanayım. Zira bizde ana akım medya dediğimiz medya kuruluşlarının hemen tamamı, sistem muhalifi değildi. Tam tersine gazetecilik oyununu sistem içinde oynayan, egemen ideoloji ve güç odaklarından çok da uzakta olmayan, hatta onlarla iç içe geçmiş organizasyonlardı. Editöryel bağımsızlık bir hayaldi. En azından medya patronları karşısında editöryel bağımsızlıktan söz etmek mümkün değildi bu kuruluşlar için. Siyaset mühendisliği çabalarını saymıyorum bile…

Aktivistlik meselesine gelince galiba ben bu noktada daha çok Ragıp Duran çizgisine yaklaşıyorum. Gazetecilik barışı, demokrasiyi, insan haklarını, basın ve ifade özgürlüğünü, insanların haber alma hakkını savunmak, ayrımcılığa, ırkçılığa, cinsiyetçiliğe ve nefret söylemine karşı çıkmak zorundadır. Mesleğimizin özü budur, bu çizgiyi savunmayan gazetecilik oksijensiz kalır. Hatta iklim değişikliği ile mücadele etmek, hak haberciliği yapmak da elbette gazeteciliğin sınırları içerisindedir. Bu anlamda bakıldığında bizim gibi demokrasi fakiri ülkelerde bunları ödünsüz savunan gazeteci aktivistlik tarafına doğru savrulabilir. Bunu anlıyorum ama doğru bulmuyorum. Her şeye rağmen aktivistlik çizgisine kaymadan, aktivistlik kimliğine bürünmeden bu mücadeleyi sürdürmek daha doğru bence. Biz gazeteci olarak bu yolda daha etkili olabiliriz. Sözünü ettiğim özgürlükleri gazeteci olarak sahiplenip ödünsüz biçimde savunurken sınırlara dikkat etmek, gazeteci olarak algılanmayacak noktaya düşmemek gerekir.

Onun dışında elbette bir zamanlar ana akım medya olarak tanımlanan medya kuruluşları dışındaki gazete, radyo ve televizyonlarda çalışan meslektaşlarımızın iyi ve başarılı gazetecilik yapmadığını, yapamadığını söylemek mümkün değil. Orada da yer yer çok başarılı, ana akım medyanın uzanmaya çekindiği alanlarda sır perdelerini aralayan iyi gazetecilik faaliyetleri yürütülüyor. Tabii orada da yanlışlardan, eksikliklerden bahsetmek mümkün. Ama hayat zaten salt siyah ve beyazlardan oluşmuyor ki. Gazetecilik de öyle. Hep siyahlarla beyazlar iç içe. Ne yana baksanız başarılı, doğru gazetecilik faaliyetlerini de görüyorsunuz, yanlış ve kötü gazetecilik örneklerini de. En iyisi ne o yanı kutsayalım, ne bu yanı… İyileri baş tacı edelim, kötüleri eleştirelim…