Duyguların Hukuki Politikası

Canım Levent ve Canım Ceren’e

Dava denen o hukuk aygıtındaki tanıklıklarımızdan, adli hafızamızın kazıya kazıya öğrettiği olaylardan biliyoruz ki savunma hakkı ile yalan söylemek arasındaki mesafe, söz konusu kadınlar olduğunda gittikçe görünmezleşiyor, daralıyor, bir yandan. Ama öte yandan, başka bir veçhesi de var. Dava dediğimiz müsamere, duygulara, izlenimlere, yalan olduğu besbelli olan iftiralara hakikat muamelesi yapabilme kudretine sahip de oluyor, bazen. Bunları görmedik değil... “Çünkü bir izlenim yaratmak, duygunun yanı sıra algı ve idrak edimlerini de içerir. O kadın, böyle bir izlenim bıraktı…”[1]

En son yakın zamanda bir Yargıtay kararına konu olmuştu,[2] kadının sosyal medya hesaplarına girmiş, bir erkekle yazışmalarını görmüş, kadını tatile gidiyoruz diyerek arabaya bindirmiş, yolda durup, kadını arabadan indirip, bagajı açıp aldığı benzini kadının üzerine … Ölen kadının ailesi, kasten öldürme fiilinden yargılanan adamın, daha ağır ceza öngörülen canavarca hisle veya eziyet çektirerek öldürme suçundan yargılanmasını istiyordu. Mahkemenin cevabı mealen: “Ama sonra hastaneye götürmüş, sedye başında öpmüş, görgü tanıkları var, ona bir şey olmasın diye ağlamış.” Tehlikenin yattığı yer tam burası, duyguların kültürel bir politikası olduğu kadar hukuki bir politikası olması ve hatta bir hukuk kudreti yaratabilmesindeki o kuvvetin, hep kadınlar aleyhine ama erkekler lehine kurulması.

Ceren’in duruşması da böyle oldu. Hukukun hüküm ve sonuç bağladığı duygular, örneğin âşık olmak, tahrik edilmiş olmak, kendini savunma içgüdüsü, mağdur olma hissiyatı… Hepsi bir bütün halinde Ceren’in bedeninin üzerine fırlatıldı. O hatıra üzerinden kendisine indirimler, haksız tahrik hükümleri, meşru müdafaa devşirmek isteyen bir akıl, dava denen o seyirlik kurgunun yeri geldiğinde kendi lehine ama muhakkak kadın aleyhine ne kadar duygusal/santimantal olabileceği sırrını bir yerlerden edinmiş olmalıydı... Hani hukukta duygulara yer yoktu? Tabii ancak bir yere kadar, eğer söz konusu kadın davasıysa, erkeğin duyguları hukukun radarına itinayla sokulurdu.

Bunu bilerek, feryat figan duygularını, ne denli tahrik edildiğini, âşık olduğu kadını kaybetmiş olduğunu, derin bir elem yaşadığını haykırdı. Bu söylemek değildi, savunmak değildi, bu tahrip gücü yüksek bir bombayı mahkeme denen o salonun ortasına fırlatmak ve haykırmaktı. O bomba patlayacak ve hukuk, bereketini bir genç kadını öldüren o adamın duygularına indirimler bağlayarak gösterecekti. Daha çok bağırırsa, daha çok inandırıcı olabilirmiş gibi; ne kadar çok yalan söylerse, belki de o yalan gerçeğe o kadar kolay tahvil edilebilirmiş gibi. O yüzden de o kurguyu ince ince ayrıntılarla işliyordu yalanın yanında. Çünkü ayrıntı bazen eksik hikâyeyi tamamlasa da, kimi zaman yalana yalanlığını unutturan bir fazlalık olarak da kullanılabilirdi. Yalanınızı ne kadar çok ayrıntıya bezerseniz, o kadar çok içi dolabilirmiş gibi. Aksu Bora yazmıştı duruşmadan hemen sonra: “Savunma hakkı değil bu. Utanmazca yalan söylemek, yalan olduğunu herkesin bildiği yalanlar.”[3]

Yalan, bulunduğu bedenin şeklini alarak da kendini kamufle edebilir. O vücuttan, o dilden, o bedenden, o zihinden çıkar, insan şekline bürünür ve kendisini hakikat gibi sunar. Bazı yalanlar beyazken, bazılarının sinsiliği, kurgulanmışlığı, eğretiliği, kurnazlığı da buradadır. Hukuk diliyle konuşarak söylenen savunma yalanlarının tehlikesi, tam da yalanın o bulunduğu bedenden çıkarak hâkimlerin kapsama alanına girmeye çalışmasındadır. Söz konusu kadınlarsa, bu çoğu zaman işler de üstelik. Şu son Yargıtay kararında görüldüğü gibi… Çünkü dava, “önce yüksek bir gücün, yani güçlerin üzerine basarak yükselen soruşturmacı bir gücün himayesi altına sokularak uyruklaştırılmış, sonra da tecrit edildiği çemberden çıkıp bütün bir hayata doğru mütecaviz şekilde dağılmıştır: Dava, önüne gelen konunun gerçek hayattan çekip alınmış olduğuna ve nihayetinde varacağı hükmün de gerçek hayat halini alacağına aldırmadan, sükûnet ve koşulsuz tabiiyet talep eder. Konu yargıya intikal etmiştir bir kere!”[4]

Ceren’le ilişkisi olduğundan tutun, onun kıskançlığına, hatta kendisinin cinsel saldırı suçunun mağduru olduğuna kadar türlü çeşitli ve herkesin ne olduğunu aslında bildiği o yalanlar, o adamın suretinde bir kere daha dolaşıma sokulur. Kendi yalanından davaya konu bir hakikat, o hakikatten yalan duygular, o duygularından da hukuk lügatinin indirim sebeplerini koparmaya çalışır. Bunda çoğu kez mahir olsa da, belki bu kez konu sahiden yargıya intikal etmiştir, edecektir. Çünkü biliyoruz, duyguların hukuki politikası, onların kültürel politikasından çok da uzak değildir.[5] “Duygular, bir şeyler hakkında olmaları açısından kasıtlıdır.”[6]  

O şimdi, bu çok bildik duygulara, çok tanıdık kurgulara oynayan bir adamdır. Bu halde o duyguları da kasıtlıdır, kastının bilgisini sığındığı yalandan sızdırır. Yasa diline çevirmeye çalıştığı savunmasız savunmasında, kasten, bile isteye, onu nasıl güçsüz görerek, onu nasıl güçsüz düşürme hıncıyla dolmuş olduğunu bir kere daha göstermiş olur. Çünkü bazen, gerçeği çok fazla terime buladığınızda, onun gerçek olmadığını biz, siz, hepimiz… biliyor oluruzdur. Hukuk dili, bazen yalandan gerçeği görebilmeye de ehildir. Çünkü hakikatte, fazlalığa ve kurgunun o ince ayrıntısına yer yoktur. Bu bilgiyi, kadınların adliye hafızası kadar hiçbir yerde bu kadar yekten öğrenmemiştik tabii. Bir kez daha, Ceren için.

Sara Ahmed, bu savunmaları da deşiyordu, duygular derken. “İddiaya kulak vermeye karşı, savunmalar, inkâr ve kayıtsızlığın yanı sıra suçluluk ve öfke de dâhil hep hazırdır.” Suçluluk ve öfke, bu savunmada da hazırken üstelik, o adam orada hâlâ silahlı, Ceren’in hiç silahı olmadı.

Eşi Levent’in söylediği gibi, “Ceren bıçakla değil kalemle, silahla değil kitapla yaşadı"[7]



[1] Sara Ahmed, Duyguların Kültürel Politikası, Sel Yayınları, s. 15.

[2] Yargıtay Ceza Genel Kurulu E.2017/1, K.2019/146, T.5.3.2019

[4] Özkan Agtaş, “Dava Üzerine”, Ayrıntı Dergi, http://ayrintidergi.com.tr/dava-uzerine/

[5] Sara Ahmed, Duyguların Kültürel Politikası, Sel Yayınları.

[6] Sara Ahmed, a.g.e., s. 16.