Kötülük Fiili


Aydınlanmacı felsefenin put kırıcı panteist filozofu Spinoza, tanrıyı tarif ederken, o bir ad değil eylemdir, der. Bununla tanrının, aşkın bir konumda olup çeşitli sıfatlar taşıyan antropomorfik tanımına karşı çıkar. Tanrı, yaratıcı değil, üreticidir, işleyişin dışında ve üstünde değil, bizzat içinde ve işleyişin kendisidir, demek ister.

Yakın ve güncel tarihin acılarla ve kötülükle dolu sayfalarına bakmaktan bir çeşit düşünsel ve duygusal vertigo yaşamak, biz vicdan terazisi hassas kulların trajedisi olsa gerek. Kötülüğün şamarı şaşkın suratlarımızda durmaksızın alayla tecessüm ve tebessüm ederken biz, her bir şamar için ayrı adlarla ve sıfatlarla kötülük sahiplerine ilenmeye çabalarız. Arendt, Nazi suçları kapsamında söylemiş olsa da bazı kötülük biçimlerinde onu anlamaya çalışmak, adlandırmak, ona sıfatlar yakıştırmak ve tarif etmek, onu, akılsallaştırma yoluyla makul olanın alanına taşımak olur ki, bu doğru ve mümkün değildir, mealinde sözler söyler. Üstelik her kötülük fiilinden sonra ona bir ad ya da sıfatla seslenmekle yetinmenin çaresizliği aşılmak zorundadır. İki kutuplu dünyanın yıkılıp SSCB’nin dağılmasıyla birlikte iyice görünür olan sahne; gerek ülkemizde gerek dünyada sistem muhalifi özgürlükçü entelektüelin, aydının edilgen ve atıl kalarak pornografik düzeyde işleyen küreselleşmeci ultra kapitalizmin yarattığı haksızlıklara; ulusalcı, ırkçı diktatöryel siyasal sistemlerin, kabile devletlerinin dünyanın dört köşesinde sergiledikleri şiddet, vahşet, acımasızlık sahnelerine derin bir tefekkür edasıyla dalıp olup bitene hangi yeni adla, sıfatla sesleneceklerini bulmaya çalışmak olmuştur. Elbette tanımlamak, tanımak önemlidir ama kuvveden fiile geçmenin de bir yeter sınırı olmalıydı. Zira kötülük de Spinoza’nın tanrısı gibi bir ad değil, bir fiildir, hem de hiç durmadan işleyen bir fiil. Üstelik tanımıyla tam olarak hiçbir zaman örtüşmeyen, hep daha fazlasına, önü açık bir tanıma ihtiyaç duyulan bir fiildir. O, hiç durmadan işlerken ona isimler, sıfatlar bulmak ancak onun hünerini arttıran edilgen bir eyleme haline denk düşüyor. Türkiye özelinde bir partinin ürettiği “Onlar konuşur, biz yaparız,” veciz sloganında özetlendiği gibi. Kötülük yapar, iyilik ad koyar.

Kapitalizme karşı verilen mücadelede derin ve yıkıcı bir yenilgi psikozundan çıkamayan muhalif aydının ve kitlelerin kendi mücadele tarihlerinin satır aralarından zafer devşirmeleri artık sayıklama düzeyine taşınmış ve bir çeşit ruh çağırma seanslarına dönmüştür. Kendi üzerine konuşmaktan kendini alamayan aydının tavrı yer yer saçmalamaya dek varmıştır. Nihayet geldikleri yer, insanlığın birlik içinde ilerlediği, kendi kendini özgürleştirdiği; politik, bilimsel ve sanatsal gayretlerinin onları sömürüden, sefaletten, hurafeden, hastalık ve fakirlikten kurtardığı ya da kurtaracağı bir ütopyanın hiç var olmadığı ve olamayacağı türündeki bir zihinsel iflas durumudur. Aydınlanmacılığa ve özgürleşmeye yönelmiş özgüvenlerinin tümden teslim bayrağını çekmesi yani. İnsan sormadan edemez: “Her şey var olmak için çabalar ve diretir,”  ya da “Meyve tohumunu içinde taşır,” diyen ve umudu, direnci, mücadeleyi imleyen ontolojik ilkelere ne oldu, peki? Spinoza Etika’nın dördüncü bölümünde bir aksiyoma yer verir: “Daha güçlü ve daha kuvvetli başka bir şey verilmeden, tabiatta tek bir tekil şey bile verilmez. Herhangi bir şey verildiğinde, bu şeyi yok edebilecek, ondan daha kuvvetli bir şey verilir,” der. Bunu konumuza uyarladığımızda kötü fiilinin yenilgisinin, önünün kesilmesinin, engellenmesinin yegâne yolunun her defasında, ondan daha büyük bir iyilik fiiliyle kötülüğün karşısına çıkmak olduğu fikrine varmak zor olmasa gerek. İyilik ve kötülüğün çağımızda neye denk geldiği oldukça açıktır artık. Zihin bulanıklığına düşülmeyecek, çok lafa gerek duyulmayacak denli apayan aramızda ve içimizdedir. Dünya nimetlerinin mutlu bir azınlığın lehine akıl almaz israfı ve buna mukabil büyük çoğunluğun aç, yoksul, perişan bir hayat sürmek zorunda olması; etnik, dinî, cinsel ve kültürel farklılık ve tercihlerin baskıcı, ceberut, diktatöryel sistemlerin tasallutu altında bulunması; bilinçli gericiliğin özellikle kadın ve çocuk zihni ve bedeni üzerindeki sömürücü, mütecaviz tahakkümü ve doğanın geri dönülemez derecede hor kullanımı en önemli sorunlardır. Kötülük fiili belki de hiç bu denli açık ve görünür olmamıştı. Aydın, özgürlükçü ve hakkaniyetli bilinçler fasih, baliğ ve yetkin bir belagatle apaçık olup biteni, çoktan anlar ve anlatır duruma gelmiş olmakla kalmayıp kötülüğün iradesini zayıflatacak, gücünü kıracak iyicil fiiller geliştirmeliydi. Kötülük öznelerinin sergilediği her kötülük fiiline yeni bir ad, sıfat bulmak muhalifin, entelektüelin, aydının oyalanıp durduğu görevi olmamalıydı. Gerek küresel kapitalizmin geniş kesimler üzerinde sömürüye dayanan öğütücü çarkı, gerek ulusal ve yerel çapta dikta yöntemlerle halkı ezen işbirlikçi yönetimlerin zihniyeti, gerek etnik, dinî, kültürel azınlıklara zulmeden ilkel milliyetçi ideolojik devletlerin tıyneti çoktan teşhir edilmeli ve işler halde olan türlü, yaratıcı iyilik fiilleriyle karşılarında net bir biçimde durulmalıydı. Burada iyiliği ahlâki ve dinî bir kavram olarak değil de insanın özvarlığına, temel haklarına, ezilen ve sömürülen büyük çoğunluğa yönelen her kötülük fiilinin pratik karşılığı ve karşıtı olan bir fiil olarak anlamak gerektiğine işaret etmek istiyorum. Bir daha ve hep bir daha hatırlatmakta yarar var, kötülük bir ad değil, bir fiildir ve hiç durmadan işler. O fiilin hızına, ona ad ve sıfat bularak yetişmek mümkün değildir. Mümkünse de bu bir çare değildir. 

Çağımızda insanlık, bir yönüyle disiplin toplumlarının duvarları, bariyerleri, hücreleri, sınırları ve sınır bekçileriyle onu boğan demirden kafesinden çıkmış ve kendini özgürlük olarak tanıtan başarı ve performansı öne çıkaran rekabetçi toplumların ortamına taşınmıştır. Gerçi bu gelişim aşaması ülkemizin de içinde bulunduğu geç modernizm krizini yaşayan toplumlar özelinde tam böyle işlemiyor. Zira güncel örneklerden de görüleceği üzere geç kapitalizm mağduru bu toplumlar hem çoktan tarihin derinliklerine gömülmesi gereken arkaik baskıcı, zorba sitemlerin tahakküm araçlarının hem de dijital çağ kapitalizminin gelişmiş araçlarının cebrine maruz kalıyor. Günümüzde medyanın da yardımıyla bu cebrin kötülük fiilinin çok daha sinsice, daha yaygın bir şekilde ve çoğu kez küstahça işlediğine tanık oluyoruz. Referans değerlerin hızla aşınması veya bu değerlerin araçsallaştırılması kötülük fiiline bir serbestiyet alanı ve önemli oranda kıvraklık da sağlamış görünüyor. Baskıcı toplumlarda birey ve topluluk “yapmak zorunda olmak” fiiliyle hareket ederken günümüz başarı toplumlarında “yapabilmek” fiili ağırlığını hissettirir. Ancak burada yine bizim toplumumuz gibi geç modernleşme krizindeki toplumlara özgü bir şey var; o da, her iki fiilin ağırlığını bir arada taşımaktır. Yapmak zorunda olmak, bir dış güç tarafından baskı altındaki bireyin koşullandığı, zorlandığı bir fiildi ve bu baskıya karşı içsel olarak belli bir direncin gelişmesine yol açardı. Oysa yapabilmek fiili; yeni bir ruhsal, yapısal dönüşüm yaratmış olmakla, öznede bir reddiye gelişememesi, bir olumlama öznesi olarak konumlanması, başarıya/rekabete odaklanması, dışsal zorlayıcı bir otorite yerine kendi üzerinde bir denetim, itaat gücü oluşturması yoluyla yeni bir duruma işaret eder. Kötülük fiilinin hâkimiyetinde gelişen her tür sosyal, siyasal, ideolojik ve normatif işleyiş ve düzenleniş ortamında her iki baskı biçiminin tazyikine maruz kalan bireyin ve toplumun içinde hem arkaik baskıcı sisteme hem küresel kapitalizme itaat etme duygusuna bekçilik eden bir iç kuvvet gelişmiştir. Bu iç kuvvet, baskı kurucu faile karşı gelişebilecek olan her tür direnişi, itirazı, eleştiriyi ters çevirip öznenin kendisine yöneltir. Egemen öznenin her kötülük fiilinde eleştiri ona yönelmek yerine özne için öznenin bir benlik eleştirisine, kendini aşağılamaya, suçlamaya ve gide gide özyapısında gerçekleşecek bir içsel parçalamaya doğru savrulmasına yol açar. Dijital çağın alametifarikasının bir kötülük yüklemi olarak kitleler G. Orwell’in 1984’ünü fiilen yaşıyorken muhalif aydının payına da iki biçimde gelişen körlük/körleşme düşmüştür. Ya E. Canetti’nin Körleşme romanında olduğu gibi yaşamdan/gündelik olandan kopuk soyut bilginin entelektüelde yaratacağı bir bilgiye ve bilginin nesnesine yabancılaşma biçimindeki körlük ya da J. Saramago’nun Körlük romanında olduğu gibi, bakmamıza ve görmemize izin verilen, bilinci kapatan bir körlüktür.

Yine Arendt okumalarımızdan hatırlayarak diyebiliriz ki bir başka açıdan bakıldığında da iyilik fiili kötülüğün karşısına bir moral ve ideolojik değer olarak çıkarılmaz ve işletilmezse kötülük fiili düşünsel ve felsefi bir probleme dönüşür çünkü istençli bir biçimde eylenen kötülük fiilinde fail için sorumluluk almanın doğası da bozulur. Oysa doğadan gelen bir kötülük dışında insanın bilinçli, istençli kötülüğünün bir sorumluluk gerektirdiği açıktır. Ancak bilinçli ve örgütlü kötülüğün bu sorumluluğu devrettiği, taşımadığı birçok örnek yaşanmıştır. Çünkü kötülüğün ereksel fiilinin özünde insanı gereksiz, önemsiz insanaltı bir konuma düşürerek onu araçsallaştırmak ve bu yolla tam bir tahakküm altına almak vardır. Bu çeşit bir totaliterizmin ilk başta bireyin ve toplumun tüzel kişiliğine, ahlâki yapısına yöneleceğini güncel ve somut örnekler göz önüne alındığında anlatmaya dahi gerek yoktur.

Kötülüğü isimler ve sıfatlarla sürekli betimlemenin ve kötülük eyleyenin kendi fiilini kanıksamasına yol açmanın da gereği yoktur. Evet, biliyoruz ki dil de bir çeşit inşa etme/yaratma edimidir ancak bu dil betimleyici olmaktan çıkmalı ve harekete geçirici olmalıdır, artık. Elbette bu konu, çok su götürür, zengin çağrışımları olan bir konudur. Yine de: “Ve güneş doğarken hiç umut yok mu? Umut… Umut… Umut… Umut insanda!” diyen Usta’nın sesini duyalım ve karşımıza çıkan her kötülüğe gücümüz oranında iyilikle karşılık verelim, demek bir başlangıç olabilir belki.