Bağlarımız, Bildiklerimiz ve Bilmediklerimiz: Yaşlılar ve Biz

Gabriel Garcia Marquez, Yüzyıllık Yalnızlık romanında anlattığı o muazzam hikâyeleri, hayal gücünü ve anlatım tarzını büyükannesine borçlu olduğunu söyler. 1920'lerde Kolombiya'da doğan Marquez'i büyükannesi ve büyükbabası büyütür. Büyükannesi, kendinden önceki kuşakların anlattıkları hikâyeleri, mitleri, masalları, öyküleri bilen doğal bir aktarıcı-anlatıcıdır. Köyün çocuklarını etrafında toplar, sömürgecilik dönemleri de dahil çok eskilerden gelen mitleri, inançları, büyülü hikâyelerle onlara anlatırmış. Marquez büyükannesiyle ilgili şunları söyler:

"Yüzyıllık Yalnızlık’ı iki yıldan daha kısa bir sürede yazdım, ama yazı makinemin başına oturmadan önce bu kitap hakkında düşünmek on beş-on altı yılımı aldı. Büyükannem, en acımasız şeyleri, kılını bile kıpırdatmadan, sanki yalnızca gördüğü olağan şeylermiş gibi anlatırdı bana. Anlattığı öyküleri bu kadar değerli kılan şeyin, onun duygusuz tavrı ve imgelerindeki zenginlik olduğunu kavradım. Yüzyıllık Yalnızlık’ı büyükannemin işte bu yöntemini kullanarak yazdım."

Yaşar Kemal’i besleyen en büyük kaynaklardan biri Anadolu efsaneleri ve dengbejlik kültürüydü. On yedi yıl boyunca Torosları, etrafındaki köyleri, Ege'yi, Akdeniz'i, Doğu'yu gezip hikâye, ağıt ve destan toplamıştı. Gittiği köylerdeki, kasabalardaki yaşlılardan toplamıştı o müthiş efsaneleri, rivayetleri. Yaşar Kemal’in destansı yazımı ve hikâyeleri bu sözlü kaynaklara dayanır.

Clarissa P. Estes Kurtlarla Koşan Kadınlar kitabında, yirmi üç yıl boyunca arketipsel örüntüleri, onun iki katı kadar bir süredir de aile kültüründen gelen mitleri, peri masallarını ve folkloru incelediğini söyler. Etno-klinik psikoloji üzerine çalışan ve Jung’un imgelem çalışmasından hareket eden Estes kitabında, vahşi kadın arketipinin ortaya çıkmasında masal, efsane ve mitlerin nasıl yol gösterici olduğunu muazzam biçimde gösterir.

Kadınların deneyimlerini aydınlatmak için anlattığı masalların bazılarının özgün olduğunu, bazılarının da sözlü geleneklerden geldiğini ailesinin yaşlıları tarafından kendisine aktarıldığını söyler. Çocukken kendisine anlatılan bu öyküler, ona göre ilaçtır: "Öyküler ilaçtır. Öykülerin dokusuna, hayatın karmaşıklıklarına ilişkin olarak bize rehberlik eden derler yerleştirilmiştir." Eski masallar ve mitler kadınların deneyimleri ve gizleriyle doludur, bunları ortaya çıkarmak, kayıt etmek, toplamak çok önemlidir; yaptığı şeyin bir taraftan bu olduğunu söyler. Kuşaklarca aktarılan eski el sanatlarının, işinin önemli bir parçası olduğunu ifade eder ve nasıl ruhun mevsimlerini beslediğinden bahseder.

Isabel Allende, üç kuşak kadının hikâyesini anlattığı Ruhlar Evi’nde büyükannesinden ve annesinden dinlediklerini, yani savaşı, faşizmi, gündelik hayatı ve evleri büyülü bir dille, nakış nakış, mizahla aktarır. Kadınların hikâyeleriyle, canlı bir tarih akar roman boyunca.

Büyülü ve destansı bir üslupla yazan bu yazarlar yaşlıların ve onların aktardıklarının hayatlarındaki önemi vurguluyor.

Bizim gibi yazılı kaynakları oldukça sınırlı olan toplumları düşünelim. Resmî tarihi, var olan yazılı kaynakları ve tarih yapma yöntemini düşünelim. Hakim kılınmak istenen dışındakini tasfiye etme ve üzerini örtmeyle ilgilidir büyük oranda. Bunun için de bizim gibi toplumlarda, kültürlerde sözlü tarih/sözlü aktarım hayatidir. Baskı gören, ezilen, yok edilmek istenen grupların tarihinde, yani kadınların tarihinde, Kürtlerin, Ermenilerin tarihinde, ezilenler halkların tarihinde ve yok edilmeye çalışılan kültürlerin tarihinde önemlidir. Geçmişin deneyimlerini bizlere aktaracak yaşlı kuşaklar, bir ağacın kökleri gibidir, biz bilmesek de bağları vardır başka yerlerde, zamanlarda. Biz bilmesek de bugünümüzü şekillendirirler. Sözlü tarih çalışmaları yapmış olanlar bilirler, ne kıymetlidir o hatırlananlar, o ağızdan çıkanlar. Nasıl büyük bir heyecan yaratırlar. Çünkü o deneyim o yaşlı bedende saklıdır. Onun aracılığıyla vardır, onun suskunluğunda yoktur aynı zamanda.

Ben sözlü tarih çalışmalarında Sanayi Mahallesi’nin, Yeşilce’nin hikâyesini, mekânsal dönüşümünü yaşlı kuşaklardan dinlemiştim. Kâğıthane’nin eski kuşakları, Arnavut göçmenler aktarmıştı üretim ve mülkiyet biçimindeki dönüşümü.  Büyükbakkalköy’ün eski bir Rum köyü olduğunu yaşlılar hatırlatmıştı, hiç umulmadık bir biçimde. Feyzullah Mahallesi’ndeki yaşlı kuşaklar Apikoğullarının ve Ermenilerin unutulmuş tarihini söze dökmüştü. Mahir Çayan’ın vurulduğu ânın hikâyesini Maltepe’nin eskileri anlatmışlardı. Yangınların, eğlence kültürünün, kadın-erkek ilişkilerinin tarihini birebir yaşamış kişiler olarak dile getirmişlerdi.

Geçmişte yaşlılar yaşamın, deneyimin, bilgeliğin ve aktarımın en büyük kaynağı idiler. Fakat yaşadığımız çağda belki de hiç olmadığı kadar gözden düşürüldüklerine tanıklık ediyoruz. Tarım toplumundan, kırsal alanlardaki yaşamlardan kopmak zorunda kalıp kentlere hapsoldukça onlar da konumlarını kaybettiler.

Şimdi, tanıklık ettiğimiz bugünlerde devletler ve tamamen kâr amaçlı sözde sağlık sistemleri tarafından ölüme terk ediliyorlar.

Her şeyin inanılmaz sıkıcı biçimde birbirine benzediği bir dünyada, geçmişte var olmuş özgünlükleri, farklılıkları, alternatifleri, bugün öyle olmak zorunda olmayan şeyleri, ama aynı zamanda geçmişin günahlarını, hatalarını ve bugüne uzanan bedellerini bizlere aktaracak olanlar onlar. Fakat şimdi, tüm bu çarpık, adaletsiz ve alabildiğine absürt olan devletler sisteminin ve kapitalizmin kurbanları, yani homo sacer’leri olarak ilan ediliyorlar.

Üzücü bir durumdayız. Onları koruyamadığımız müddetçe ruhsuz ve daha tekdüze bir dünyaya yaklaşacağız.

Temenni ve dua edelim de Meryemce’nin inadı, onların yaşama tutunması olsun. Ve Hürü Ana’nın dediği gibi desinler: “Demir olsam çürürdüm, toprak oldum dayandım.”[1]


Fotoğraf: Francesco Fotia

[1] Yaşar Kemal'in Ortadirek ve İnce Memed romanlarındaki ana karakterler.