Post-korona Tartışmaları
Kemal Can

Korona günlerinin ne kadar süreceği ve gelişecek seri krizlerin yönü hakkındaki belirsizlik ve derin tartışmalar devam ediyor. Elbette bu konudaki öngörüler, yapılan tahminlerin zaman ve zemin sorunları, daha sık gündeme geliyor, canlılığını hiç kaybetmiyor. Böyle olunca, bir önceki “Korona teorileri” başlıklı birikim haftalık yazısındaki temaları biraz daha devam ettirmek isabetli olacak gibi geldi. O yazıda da temas ettiğim üzere; “dünya nasıl şekillenecek?” sorusu, kaçınılmaz olarak harekete geçmiş olanlara ve onların gitmeye hazırlandıkları yöne bakılarak kestirilmeye çalışılıyor. Hazırlıklı olsun ya da olmasın –olanı çok az zaten- örgütlü, organize ve sürece müdahale edebilir olanların ne yaptıklarına, neler yapabileceklerine bakılıyor. Sonraya dair öngörüler, büyük ölçüde onların hareketlerine ve önceki deneyimlere bakılarak tartışılıyor. Olası sonuçlar, muhtemel gelişmeler bahsinde ortaya çıkan en temel ayrım da, mevcudun devam edip etmeyeceği, hakim eğilimlerin/yöntemlerin güçlenip güçlenmeyeceği veya nasıl biçim değiştirecekleri hakkında.  Sürecin mağduru ve izleyeni olmaktan başka çaresi olmayanların muhtemel davranışları hakkında ise halen yaptıklarıyla değil, önceki deneyimler ve bazı varsayımlar üzerinden konuşuluyor.

Ömer Laçiner, “Korona günleri” başlıklı “geçen ayın birikimi”nde, (https://www.birikimdergisi.com/dergiler/birikim/1/sayi-372-nisan-2020/10037/korona-gunleri/11725) bir şeylerin değişip değişmeyeceği veya değişimin yönü konusuna, sadece hakim aktörlerin kapasitesi üzerinden bakmanın eksikliğine değiniyor:

‘Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak’ derken olabilecek olanı kapitalizmin/neoliberalizmin aşılma ufkuyla tasarlıyor isek bunun her bakımdan ‘büyük’ sıfatını hak eden bir vizyon, hareket, enerji ve dinamizm gerektirdiğinin de idrakindeyiz demektir. Ortada kapitalizmin/neo-liberalizmin belli açılardan bakıldığında çöktüğü, en azından meşruiyet iddiasını yitirdiği  tespitini yaptırtan bir durumun olması  ne aşılmalarının güvencesidir ne de ‘küllerinden yeniden ve daha güçlü biçimde doğması’na engeldir. Son iki yüz yılın dünya-kapitalizm tarihi bunu defalarca göstermiştir.

Ömer Laçiner, zayıflayan ve zorlananlar kadar onu değiştirecek veya devirecek olanla ilgili bir cevap verilmeden yapılan kestirimlere, ihtiyatla bakmayı öneriyor. Açıkçası böyle bir olasılıktan, yani yeni bir düşünme/eyleme biçimine geçiş ihtimalinden söz açanların büyük bir kısmı, bunu görebildikleri/ölçebildikleri bir trend olarak işaret etmek yerine, bir imkan olarak gösterme sınırını aşmış değiller.

Harvard Üniversitesi’nden Dani Rodrik’in medyascope’ta çevirisi yayınlanan yazısında (https://medyascope.tv/2020/04/07/dani-rodrik-kimse-bu-salginin-onceden-sahip-oldugumuz-egilimleri-tersine-dondurmesini-ya-da-degistirmesini-beklememeli/) olduğu gibi “hiçbir şey aynı olmayacak” iddialarının karşısına, her şeyin aynı kalacağını çok kesin bir dille ileri süren değerlendirmeler de konuyor. Bildiklerimizin daha fazlasını tahayyül etmemiz gerektiğini düşünen Rodrik şöyle diyor:

Kovid-19 önceden sahip olduğumuz eğilimleri tersine döndürmeyecek ya da değiştirmeyecek. Neoliberalizm yavaş yavaş ölmeye devam edecek. Popülist otokratlar daha da otoriterleşecek. Ulus devletler kendilerini bulmaya çalışırken hiper küreselleşme kendini savunmaya devam edecek. Çin ve ABD çarpışma rotalarına ilerlemeye devam edecekler. Ve sol, seçmenlerinin çoğuna hitap eden bir program tasarlamak için mücadele etmeyi sürdürürken ulus devletlerde oligarklar, otoriter popülistler ve liberaller arasındaki savaş daha da yoğunlaşacak.

Bir erken final beklemenin somut işaretleri olmadığı dikkate alındığında gerçekçi bir bakış ama bir başka otomatik işleyiş öngördüğü için de fazla kötümser bir duruş olarak görülebilir bu. Ancak salgına müdahale biçimleri, belirmeye başlayan gelecek perspektifleri ve bütün bunların aldığı tepkiler bu açıyı destekliyor sanki.

Yakın gelecekte yaşanacaklar üzerine söylenenler, meşrebine ve kapasitesine göre reaksiyonlar veren, paketler açıklayarak sonrayı yönetmeye çalışan, bilgiyi farklı biçimlerde kontrol ederek ilerleyen, hakim ekonomik ve politik aktörlerin yazgısına dair. Bozulan ezberlerden veya çöken kapasitelerden bahsedilirken de, bildik yolların fırsatlarından ya da karanlığın koyulaşmasından söz açılırken de hep “onlar” sahnede”. Bunda acayip bir şey yok. Çünkü şimdi olan ve gelecekte olacaklar için -destekçisi veya karşısında olmanın hiçbir önemi olmaksızın- halen “aktif olanlar” belirleyici olacak. Peki zorunlu karantinalarla veya Türkiye’deki gibi “evde kal” tavsiyesiyle bekleyenler, tedbirler çemberine alınmayıp fabrikalarda çalışmaya zorlananlar, verildiği kadarıyla idare etmekten fazlasını zorlayamayanlar, şimdiden ya da yakın gelecekte işsiz kalacaklar, fiilen –ve fikren- aktif olması imkansız kalabalıklar ne düşünüyor, ne hissediyor ve ne yapabiliyor? Krizin sertliği, bambaşka düşünmeye başlamanın kapısını mı aralıyor? Hissedilen çaresizlik, kendisi gibi olanlarla yan yana ve kendisini çaresiz bırakanlara itiraz ederek aşılır gibi algılanıyor mu? Yoksa kendisinden ve herkesten kuvvetli bir şeyin şimdilik sağlayacağı korumaya - onun daha da güçlenmesine de razı olarak- sığınma ihtiyacı mı öne çıkıyor? Agresifleşse bile pasif olmaya mahkum bir sıkışma.

Şimdilik bu krizle ilgili politik müdahale imkanları, şikayet ve eylem/hizmet bekleme sınırını geçemiyor. En aktif –saldırgan- siyasi tartışmalar bile, öncelikle yönetimde olanların  yapması gerekenler hakkında. Ve oluşan tazyik, değişim zorlamasından ziyade hız ve önceliklere dair. Yüksek krizlerin -biraz da doğal olan- bu yapısal özelliği,  politik müdahalenin – kanalları tamamen kapandığı için- daha da edilgen hale gelmesi demek. İşte bu yüzden bu durumlarda merkezi otoriteler –geçici bile olsa- güçleniyor, ona ilişkin beklenti büyüyor ve eleştiriler bile aslında dolaylı veya dolaysız onun önemini destekler hale geliyor. Sorunu küçük gösterip kendi kudretini abartanlar da, sorunun çok büyük olduğunu söyleyenler de aynı hissiyatı besliyor: “Küçük, yalnız ve çaresizsiniz, bize (kuvvetli olana, olması gerekene) sığının (güvenin)”. Müesses nizam ve kapitalizmin krizlerden ve olağanüstülükten imkan ve yenilenme fırsatı üretebilmesi, sadece özel –yapısal- yeteneğinden değil olağanüstülüğün bu fıtratından da geliyor. Otoriter fırsatçılık da aynı kanalı kullanıyor, kendisine yönelen –yapmadığı, eksik bıraktığı üzerine kurulu- muhalefeti yine kendisine dönük bir beklenti ve mecburiyet gibi sunabiliyor.

Geçtiğimiz günlerde sosyal medyada paylaşılan Metropoll Araştırma anketi, Erdoğan’ın görev onayının korona krizinde yüzde 10’un üzerinde yükseldiğini gösteriyor. Benzer (daha az) bir yükseliş ABD’de Trump’ın görev onayı için de söz konusu. Ancak hem Türkiye’de hem ABD’de aynı anketler, krizle baş etme konusunda yönetimlerin çok başarılı bulunmadığını da gösteriyor. Bu çelişik gibi görünen tabloyu açıklayan çok sayıda tez var elbette. Ancak daha önceki başka örneklerde de görüldüğü üzere, krizin akut halinde başarı kriterlerinin değil müdahale edebilecek aktörün kimliğinin öne çıkması bence epey önemli. Meseleye ister küçümseyerek ister önemseyerek yaklaşsın, merkezi otoritenin kriz anında kamuoyu ve hatta kendisini eleştiren muhalefet için bile belirleyici rolü artıyor. “Biz daha önce dedik, bizim dediğimize geldi” muhalefeti, sonuçta iktidarın ne yaptığına bakan kamuoyunda hiç karşılık bulmuyor. Meseleyi küçümseyen –dolayısıyla kendi kapasitesini abartan- popülist otoriterler, böylece olağanüstülük üretme işini muhalefete ve bazen medyaya taşıtmayı becerdikleri için ayrı bir avantaj sağlıyor. Bu yüzden, hem muhalefet etme biçimi açısından hem de post-korona dönemine dair iyimser hayal kurabilmek için, tartışmaların hitap edilen öznesinin değişmesi gerekiyor. Henüz aktif olmayana kendi önemini hatırlatmayan, onu asıl özne olarak muhatap almayan sözün, ulaşacağı bir kulak veya değiştirebileceği bir zihin yok.