Bahaneler Üzerine
Derviş Aydın Akkoç

Kızacak, hayıflanacak, suçlanacak hiç kimse ve hiçbir şey yok galiba, kişinin kendi yetersizliklerinden, hevessizliklerinden, zayıflıklarından gayri: insan kendi aczine nasıl da haklı ve makul gerekçeler, dört başı mamur nedenler üretir, tatlı tatlı inanır da bunlara. Yerine göre travma der, yerine göre zamansızlık der, yerine göre toplumsal-iktisadi ilişkiler, kırık dağınık bir çocukluk der; elbette hayatta bütün bunlar var, fakat bazen insan belli belirsiz anlar gibi olur, ya da çok içte bir yerlerde bir sezgi kendiliğinden işliyordur da yüzeye çıkar, bir olayla yahut bir fikirle: tüm haklı gerekçeler, rahat ettiren ama pasif kılan tüm o nedenler esasında kişiyi olduğu yere çivileyen birer bahanedir; üretilmiş ve ikna olunmuş, hakikati ustaca taklit eden, sahih nedenleri örten, camdan ama muhkem bahaneler...

İster takıntı ister alışkanlık maskesiyle sahne almış olsunlar, bahaneler ruhu yaralayan, hasta düşüren kuruntulardır, beden de nasibini alır tabii ruhu kuşatan bu boğucu bahanelerden, ama insan bir ömür kuruntularla da yaşar; kurtulmak, özgürleşmek istemez onlardan, parlak, anlatılmaya değer nedenler, göz dolduran hisli gerekçeler dağılıp dökülse de bu kez posalarına tutunur, zira zamanla kişiliğin ayrılmaz bir parçası olmuş, geçirimsiz bir kimliğin tuğlalarına dönüşmüştür bahaneler. Kartondan bir mazerete sarılarak boyuna suçlamak, bir sızlanma makinesine dönüşmek kolay olduğu kadar keyifli ve ilgi çekicidir de, böylesi bir düzlemde suçlama ediminin faili olmaktan istifa edip suçlamaları göğüsleme hattında durmaksa akıl kârı değildir tabii, oysa daha çetrefil, daha müşkül olan suçlamaları karşılamak, omuzlamaktır... Boşuna değildir Yusuf Atılgan’ın Zebercet’inin “bu dünyada hayatta kalmanın suç işlemeden olamayacağını bilmeyen insanlardan” çekinmesi, ürkmesi, sakınması... Bu sakınma jesti, bir el hareketiyle suçlamanın öznesine yakıt temin edecek cezasız ve şımarık bir suçluluk duygusu çağrısı değildir: yalın bir denklemdir, insan suç işler, suçla hayatta kalır, kaybedilmiş bir masumiyet olmadığı gibi kazanılacak bir masumiyet de yoktur. Hal böyleyken suçlamanın, kınamamanın cezbine kapılmış bir özne kendi suçlarını, kabahatlerini, hatalarını hasıraltı eder, Kafka’nın “suçunu anımsa” ikazı da hükmünü yitirir tabii... Demek kişi açısından en zoru onu kilitleyen, tutuk ve kekeme kılan bir haklılık halini didiklemesi, bahanelerin haklılık duygusunu da perdeleyip karattığını bilmesi, mevzu bahis olan şeyin çoğun eylemsizliğe sudan bir meşruiyet, zihni de bedeni de ele geçirmiş bir statükoya işlevsel bir kılıf, hakikate biçilmiş uygun bir yalan olduğunu idrak etmesi... Ne var ki, kızgınlıklar, içerlemeler, dudak bükmeler yürek ve zihindeki duvarlarını epeyce sağlam örer; bu duvarların aşılması değilse bile çatlatılması vakit alır, hususi çaba ister, zira bir şeyi ya da birini suçlamanın, daimi bir şikâyet ve sızlanma makamında demir atmanın saklı ve pasaklı bir zevki de var; çaresizlikten, isteksizlikten, zavallılıktan duyulan ıslak ve yapışkan bir zevk...

***

Ama diğerleri gibi bu sinsi zevkin de çözüldüğü, tahtının sallandığı olur. Bahaneler, sahte izahlar bir anlığına çekilir aradan, kılıflar yırtılır, sökükler arasından cılız da olsa bir ışıma belirir. Engellenmiş, geçiştirilmiş, kulak asılmamış sezgi uzundur aradığı düşüncesine kavuşur. Nietzsche’ye bakılırsa zevk (haz) hakikatin değil, olsa olsa kendinin –şaibeli- kanıtıdır. Yetersizlikten, zayıflıktan duyulan, kendi bahanelerini doğurup çoğaltan zevk de hakikate değil, ancak kendine, kendi zeminine ve zamanına atıfta bulunabilir. Kıyısından berisinden müdahale etmeye, ufak tefek de olsa eylemde bulunmaya dair bir istek kendi içinde takatsiz ve pejmürde ise arzu ne yapsın; susuzluktan kavurulup durmaktan, kendi kendini kemirmekten başka! Arzu kendi etrafında dolanıp da öznesini kanattıkça toparlayıcı bir yüzleşme imkânı bir tercih değil, bir mecburiyet olarak belirir; misal kişi aynada kendi bakışlarına rastlar. Bir cehennem olarak ötekilerin bakışı değil, evvela kişinin kendi bakışları kendi aczini, yalanını ihbar eder. Haysiyeti kırılsa bile fark eder ki, mevcut zavallılığı sürgit kılan bahanelerin dahi bir kısmı kişinin kendi bahaneleri değildir; başkalarının rüyalarına, acılarına, heveslerine, isteklerine yakalanan bir özne pekâlâ başkalarının bahanelerine de yakalanır, çekilir, tutulur... Üzerine eğilmedikçe, ihmal edildikçe, dahası sevildikçe irili ufaklı tüm bahaneler zamanla taşlaşır, sahtelik ve yalan hakikatin yerini ebedmüddet işgal eder. Bu durumda kudret kaynakları kurur, öznenin kendini icra etmesini sağlayacak kapasiteler daralır, dahası sorunlar çözümsüz addedilir, çözebilecek failler (psikologlar, pedagoglar, politikacılar) aranır. Suçlamaları, hayıflanmaları asla göğüslemeyen, onları savuşturan, yöneten, soğuran, hatta kendisi de suçlayıp homurdanan iktidarsa kendini yeniden üretir: her şahsi bahane üretiminin toplumsal ve siyasal uzamda, iktidar ilişkileri sahasında da bir tezahürü var; süreklileşmiş bahaneler, kemikleşmiş suçlamalar çoğalıp yoğunlaştıkça özne güçsüzlüğün, çaresizliğin toprağını sulayan bir kurban söylemine intikal eder, için için gönüllü ve iflah olmazcasına...

***

Taşlaşmış mazeretlerin kırılması, kudretin kuşanılması için kişinin kendine karşı bir parça acımasız ve sert olması, sökülüp atılan bahanelerin yokluğuna tahammül etmesi, bu tahammül için de kendini makaraya almayı, kendine dil çıkarmayı bilmesi gerekir. Oğuz Atay, Kafka’dan mülhem, bir parodi metni olarak “Babama Mektup”ta olanca kıyıcı alaycılığıyla kendine dil çıkarmaz mı: “yaşarken tüm başarısızlıklarımın nedeni olarak seni görürdüm, şimdi ölüsün ama ben hâlâ başarısızım.” Kurtarıcı bahaneler, güzel bahaneler, şahane bahaneler artık yaşamıyordur ama sanki özneye bu kez yokluklarıyla musallat oluyorlardır: “hâlâ başarısızım.” Başarısızlığın yüceltilmesi değil, hafif bir hamleyle öte yana atılması, ironiyle... Bu fasılda, hayatını şiire vakfetmiş, türlü gölgelerle cebelleşmiş, kelamın babalarına, şiirin iktidar ve güç odaklarına kızıp çatmış, kendi yolunu bu çatışmalarla bulmaya çalışan bir şairin itiraf kabilinden dizeleri ya da: “Ölmüş bütün babaları suçluyorum. Babalarla / ne zorum var oysa. Ben ki ölmüş bütün biçimleri / kullanıyorum.” “Ne zorum var oysa” beyanı mazeretler silindiğinde beliren bir hakikat ânı gibidir: Ya devam edecektir ya da bırakacaktır, ölmüş yahut yaşayan babalara dair suçlamalar yersizdir, kaldı ki hatalar, bozukluklar da dahil onlardan tevarüs edilen “bütün biçimler” de kullanılıyordur. Üstelik farkındadır, ölmüş babaları o yaşatıyordur, artık suçlayan değil, suçlamaları sırtlayan, eksikliğe değil, mevcut olana ayarlı bir bakışa zar atmak üzere özne kendi eylemlerinin faili oluyor, sorumluluk alıyordur, kendi kusurlu dizelerinin, cümlelerinin, çelimsiz duyuşlarının nedeni kendinden başkası değildir. Yetersizliklerin sevilmesi, bahanelerin pamuklara sarılması şöyle dursun, onlarla hiçbir surette uzlaşılmayacağı kara bir şakayla açığa vurulur burada. Mesele havlu atmak, gerilimi düşürmek değil, daha ziyade bahanelerden sıyrılmış bir hakikati, o hakikatin taleplerini fark etmek... Gösterişsiz ama tılsımlı “oysa” kelimesi o vakte değin hükümranlığını kurmuş bahanelerin, babaların –anaların-, geçmişin ve geleneğin yükünü omuzlardan atar, erotik-politik suçlamalar sabun köpüğü gibi dağılır; ve kişi böylesi bir eşikte, bir sınır bölgesinde kendi gecesi ile baş başa kalır, nihayet...