Kapitalizm ve Din (Oedipus 51)
Erdoğan Özmen

Burada olduğu kadar hiçbir yerde, olasılıkların tehdidini hissetmez, doymaya bu kadar yakın  olduğumuz için sarsılmaz, gerçekleşmenin o haz veren korkunçluğu karşısında güçten düşüp  sararmayız. İşte hepsi bu.

Tüm ateşimiz, tahrik oluşlarımız, gereksiz bir çaba ve boşuna bir koşuşturma içinde uçup gidene kadar yanlış anlamaların içinde debeleneceğiz.

                                                                    Bruno Schulz, Tarçın Dükkanları

Anlamlı hayatlar yaşamak istiyoruz. Yaşadıklarımızı anlamlı kıldıkça hayatlarımızın daha eksiksiz, daha bütünlüklü, daha doyurucu olacağı inancıyla yüce anlam arayışını bir bayrak gibi dalgalandırıp duruyoruz ‘sefil’ hayatlarımızın üzerinde. Anlamlandırabildiğimiz ölçüde kendimizin olacak, içine yerleşeceğimiz, kök salacağımız, kendimizi gerçekleştireceğimiz bir hayat beklentisiyle. Böylece hayatın kıyılarında amaçsızca gezinmekten, hakikatin çeperinde asılı kalakalmaktan ebediyyen kurtulmuş olmayı umuyoruz. Sürekli kayan, yer-değiştiren, değişen anlamlar okyanusunda kalıcı olacak sabitlik ve kesinlik noktaları oluşturmaya çalışıyoruz. Soluk soluğa. İnsan çünkü, sonu gelmez bir anlam üretim sürecinin öznesi olarak ortaya çıkar. Bir özne olarak ortaya çıkmamın, varlık kazanmamın koşulu, sürekli bir anlam üretim sürecine kaydolmam, simgesel düzene yakalanmam, Öteki ile ilişki zeminine ‘düşmem’dir. Demek kaotik dürtüler çokluğundan, dürtüsel uyarımların girdabından çıkarak, o uçurumu ehlileştirmeyi, yatıştırmayı umarak sözü üretmem/sahiplenmem, ve anlamın, anlam-olayının kendi bedensel derinliğimin etkisi olarak ortaya çıkması sayesinde. Büyülenerek, ürpererek. Kendi bünyevi uyaranında kapana kıstırılmış, kapsanmış, zapt edilmiş olduğu, oradan çıkamadığı, kendi bedensel sınırlamalarının ötesine geçmekten aciz olduğu, ufkunu belirleyen nihai sınır olarak kendi içgüdülerinin kör yörüngesini takip etmekten kurtulamadığı için kendine eylemli ve özerk bir varoluş biçimi yaratamayan hayvandan farkımdır bu. Çoktan bir anlam evreninin parçası olmam demektir. Özellikle yaygın bir anlam kriziyle sarsıldığımız zamanlarda anlam alanında beliren; aşkın/beden-dışı güçlere yaptığı atıflarla öne çıkan, şıpınişi anlam reçeteleri vaat eden muhtelif söylem ve pratikler karşısında dikkatli olmalıyız demek ki. Kapitalizm (ve onun mütemmim cüzü kişisel gelişim/koçluk sektörü), din ve bir tür solculuk suretindeki ahlakçılığın (ahlakçı solculuk) söyleminden söz ediyorum.

                                                   ***

Daima kibirli, çok-bilmiş ve itham edici bir edayla nasıl hayatlar yaşamamız, hangi değer ve amaçları benimsememiz gerektiğine hükmeden tüm anlamların zaten/hep hazır olduğunu, bunun için nereye bakacağımızı bilmekten ibaret bir ajandanın yeterli sayılması gerektiğini tekrar edip duruyorlar. Günümüz modern bireyinin anlam arayışını ve her arzusunu tatmin edecek bir meta/ürünün pazarda çoktan mevcut olduğunu, demek metalar çokluğu ve değiş tokuşlarının bariz bir libidinal ekonominin yörüngesine tabi bir işlev üstlendiğini vaaz eden kapitalist söylemle köken/kader meselelerini, hayatın muammasına ilişkin tüm soruların sorumluluğunu toptan üstlenen ve cevapları garanti eden bir Tanrının varlığını, ve Ona tabi olarak kendimizi bir özne katına yükseltmiş olacağımızı ileri süren dinsel anlatı bir bakıma aynı şeyi söylemiş olmuyor mu? Ya da, tarihin belli bir amaca yönelik olarak çizgisel bir zaman içinde dosdoğru ilerlediği, ve her birimize düşen vazifenin ve anlamlı/doğru bir hayatın kendimizi feda ederek o ilerleyişin içinde yer almak, tarihsel gelişmenin yasalarına uygun davranmak olduğu tasavvurundan güç ve köken alan ve en sonunda kazanılacak büyük zafer kavgasının kenarında, kıyısındaki ‘sıradan’ ıstırapları, çileleri, kayıp ve hayal kırıklıklarını önemsiz bulan ahlakçı sol? Çünkü “Tarihsel  ilerleme kavramı, insanlığın homojen ve boş bir zaman içinde durmadan yol aldığı tasavvurundan ayrıştırılamaz” (W. Benjamin).

Her birimizi kendi kusursuzluğunu, mükemmelliğini, masumiyetini başka herkese gösterme ve kanıtlama arzusuyla baştan çıkaran, herbirimize başka herkesi gözetleme, inceleme, didikleme, suçlama, yargılama hakkı/yetkisi veren bir manevi iklimin üç söylem biçimi. Değişik düzeylerde farklı ölçü ve had bildirme skalalarına tabiyiz herbirimiz artık. Her birin başka herkesin yargıcı, gözetmeni, izleyeni (her iki anlamda) olduğu tuhaf bir çözülme, ayrışma, dağılma hali. Toplumsal insanın kaybı. O üç söylem etrafında kurulan ve örgütlenen ilişkiler ağına yakalandığımız ölçüde her birimiz için başka herkes ya beceriksiz, yetersiz, rekabet yeteneği zayıf, ya ilişkilerini yönetmekten ve başarı göstermekten aciz, ya narsisist, psikopat, şizoid, histerik, obsesif, ya günahkar ve cehennemlik, ya dönek ve hain.., artık.

Her birimizi uzun bir “ödenmemiş borçlar” listesiyle yaşamaya mecbur bırakan bir acımasızlık. 

Her birinde aynı ümit kırıcı katılık ve kalpsizlik, aynı kıyıcılık ve vicdansızlık, aynı hoşgörüsüzlük ve hoyratlık.                               

                                                  ***

Psikanalizin “geri-dönüşlülük” (ya da sonradanlık: Nachtraglichkeit, retroactivity, apres-coup) kavramından ve bunun esasında insan ruhunun esrarı denen şey oluşundan söz ediyorduk. Lacan’ın Freudçu bu kavramı dikiş noktası (point de capiton, quilting point) kavramıyla ele almış ve geliştirmiş olmasından.