Tartışma
Murat Belge

Siyaset, çok fazlasıyla ön planda. Her şeyi kaplayan bir örtü gibi iniyor hayatın üstüne; ondan başka bir şeyi göremez oluyoruz.

Bunu aslında “laik-ulusalcı” kesim başlattı, 2002’de. 28 Şubat vatan vazifesini yerine getirmiş olmanın huzuru içinde otururken 2002’de AKP yıllardır görülmemiş yüzdelere ulaşarak iktidara gelince bu cephe de can havliyle harekete geçti, gerilime dayalı (çünkü hedefi darbeydi) bir siyaset yaptı. Gerilim dozu böyle yükselince, taraflar “siyasi muarız” olmaktan çıktı, “savaşan düşmanlar”a dönüştü. Bizde siyaseti savaşa dönüştürme geleneği vardır. “Osmanlı”dan beri demeyeceğim; Bizans’tan beri – “Maviler ile Yeşiller”den beri. Temelde otokratik olan toplumlarda siyaset böyle olur.

AKP önceki, Erbakanlı İslâmî partilere kıyasla çetin ceviz çıktı, direndi. Değişen dünya koşullarında “darbe stratejisi”nden başka “enstrüman”ı olmayan ulusalcı siyaset, amacına ulaşamadı ve söndü. Hükümet, “hükmetmeye” başladı. Kısa zamanda, AKP’nin başında bulunan zihniyetin de, kendini yıkmaya çalışan zihniyetten daha demokratik olmadığı anlaşıldı.

Daha önce çok yazdım, kısaca değinip geçeyim: Cumhuriyet’in kuruluşundan beri, Jakobenizm’den beslenen bir “seçkin azınlık” sultasının hegemonyası altında yaşayan Türkiye, AKP ve Tayyip Erdoğan’la “sulta karakteri”ni değiştirmeye yöneldi. Araçları “popülizm” ve “demagoji” olan (tabii göreneksel olan kılıfı içinde), “plebisiter” dediğimiz türden, “çoğunlukçu” bir önder diktası. Şimdi, içinde bulunduğumuz evre bu. Yarım yamalak kurulmuş bir Kuvvetler Ayrılığı’nı kazımak ve bir tür “modern hilafet” rejimi yaratmak yönünde işleyen bir irade var.

Doğal olarak, siyasi gerilim dozu yüksek – belki 2002-2010 evresinde olduğundan daha yüksek. “Savaş” ve “düşman” algıları iyice perçinlendi.

Bu evrede her şey gelip bir “kişi iktidarı” olgusunda düğümleniyor. Anonim siyasi akımlardan, güçlerden, varlıklardan söz etmek güçleşti. Tayyip Erdoğan hem neden, hem sonuç, hem de oluş biçimi.

Ve Tayyip Erdoğan varolan gerilimi artırma temeline dayanan bir siyaset güdüyor. Bu da, o “düşman” ideolojisini güçlendiriyor. Üstünde durmak istediğim nokta bu.

Varolan kutuplaşma ortamında, kutupların uçlarını temsil edenlerden demokrasi bağlamında bir umudum yok. İki uçta da görünüşte inançları karşıt, ama siyasi üslûp olarak otoriter bir toplum mühendisliği anlayışında birleşen, dediği dedik kişiler ve zihniyetler yer alıyor. Bu uçlar arasında ise, gökkuşağı gibi, hangi noktada ötekine dönüştüğü çok belli olmayan, bildiğimiz renkler. Varolan siyasî ortam bu renkleri uçlarda toplanmaya çağırıyor. Eflatunu, turuncusu olmayan, siyah ve beyazdan oluşan bir dünya yaratmak peşinde.

Şimdiye kadar yeterince yapamadığımız bir şeyi hiç yapamaz hale geliyoruz. Bugün Tayyip Erdoğan’ın körüklediği ateş yeni yanmadı. En azından II. Mahmud’dan (isterseniz I. Kemal de diyebilirsiniz) beri orada. “Batılılaşma” fenomenini belirli koşullar altında yaşayan çok sayıda toplumda olduğu gibi bu durum, sınıf, etnisite v.b. koşullarla da eklemlenerek, “aynı ülke içinde yaşayan iki millet” yaratıyor. Ama biz bunu her zaman çok şiddetli yaşadık, çünkü her iki dinamik de güçlü kaynaklardan besleniyor.

Bunları öteden beri düşünürüm. Gezi’ye kadar AKP’nin politikalarını (ama öncelikle varlığını) desteklememin başlıca nedeni bu. Ancak, şu yakın zamanda birbirini izleyen maden kazaları bu eski sorunsala biraz değişik bir açıdan bakmama yol açtı.

Soma, Ermenek v.b… Bunlar oluyor, tabii medya da bunlara el atıyor: dört beş kişi oturmuş, olay tartışıyor. İkinci cümlede, bunun kabahatlisi hükümet mi, değil mi? Bağırtı, çağırtı, kimse kimseyi ikna edemiyor; sanırım kendilerini izleyenleri de ikna edemiyor, çünkü herkes tavrını da almış, gardını da almış, değiştirmeye niyeti yok.

Ama bu kazalar bir “vurdumduymazlık”, “adam sen de”cilik olduğu için oluyor. “Allah kerim” özensizliği, “mukadderat” bahaneciliği olduğu için oluyor. Bu gibi olgulara “Ben laik”im diyen nasıl bakıyor, “Ben İslâmcıyım” diyen nasıl bakıyor. “Hükümet kabahatli mi?” sorusuna değil de, “iş ahlâkı nasıl olmalı?” sorusuna cevap aramak değil mi doğrusu? Buradan yola çıkınca zaten “iş”le sınırlanıp duramazsınız. Sonu yok, konuların, alanların.

Ama bunu yapan da yok. Belki bir istisna Taraf’ın yazarlarından Mücahit Bilici. Mücahit Bilici’nin yazılarından inançlı bir Müslüman olduğunu, aynı zamanda demokrasiye değer verdiğini, bunları uzlaşmaz şeyler olarak görmediğini çıkarsıyorum.

Benim gibi düşünen biriyle Mücahit Bilici gibi düşünen biri bir tartışmaya girecekse, bundan nasıl bir sonuç bekliyorlardır? Örneğin ben Mücahit Bilici’yi ateist olmaya mı ikna edeceğim?

Bu, saçma bir beklenti. Ben nasıl bir sürü şey düşünüp ateist olmaya karar vermişsem ve bundan hoşnutsam, o da kendi hayatı ve değerleri çerçevesinde düşünüp inanmayı seçmiş. O da seçiminden hoşnut.

Ve biraz daha düşününce, pratik düzeyde, varolan şu ortamda, ateist olmaya ikna edilen bir Müslüman mı anlamlı, yoksa Müslüman ve demokratik değerlere bağlı, bunları bir arada yaşatmaya kararlı bir kişi mi?

Herkesin temel inancına bağlı kalacak olması bu değerleri tartışmamızı anlamsız ya da gereksiz hale getirir mi? Bence getirmez. Hattâ, tam tersine, bunu yapmaya başladığımız anda anlamlı bir şey yapmaya başlarız. Ve yaptıkça, “aynı ülkede yaşayan iki ayrı millet” olmaktan çıkarız.