Bana sağcılar Birikim okumuyor dedirtemezsiniz
Metin Solmaz

Pek muteber bir arkadaşım var. O alınmasın. Yine ‘80’lerden şikayet edeceğim. Ona bir dert yanma seansı esnasında demiştim ki: “Oğlum bunlar ne ki, ben ‘80’lerde Ankara’da çocuktum.” O da önce kıkırdamış sonra yapıştırmıştı lafı: “Abi sen ne diyorsun, ben ‘90’larda Batman’da çocuktum.”

‘80’lerde bildiğiniz hikayelerle büyüdüm. Teyzem yıllarca tutsak, işkencede. Bir çok tanıdığım bu durumda. Ben çocukluk, ergenlik yaşamaya çalışıyorum. Ama ne gidecek bir mekan var ne yapacak “gençlere göre” bir şey. Bir tek albüm bir tek konser bir tek film yok memlekette. Herkes sürekli korkuyor, her şeyden korkuyor. Herkes fısıldayarak konuşuyor.

Bu kadar da değil. Her şey problem. 1985’te o öğrencilerinin sürekli aşağılandığı ve dövüldüğü musibet lisemi bitirir bitirmez saçlarımı uzatmışım ve hortlak muamelesi görüyorum. Ankara’da şahane hayatımız var bir minik cemaatte. Onun bir santim dışına çıkınca cehennem başlıyor. Çocuklar beni görünce ağlıyor, insanlar birbirlerini dürtüp beni gösteriyor. Şöyle söyleyeyim, sürekli sokakta dolaşan ben, 1985’ten itibaren kendim dışında bir uzun saçlı erkek hiç görmedim yıllar boyunca.

Elden geldiğince “solculuk yapmaya” çalışıyorum. Kurtuluşçuların arasına karışmışım, iyi çocuklar, ama bir paralel evrende yaşıyorlar. Muhalefet, solculuk devrimcilik adına kimin arasına girmişsem hep bana memleketin ne şekil kurtulacağını anlatıyor.

Yolunda yürüyemediğim bir memlekette neyi kimi neyden kimle nasıl kurtaracağız bir türlü çözemiyordum. Devrimci arkadaşlarım rock dinleyip kafa sallamamı bu kadar yadırgıyorken, her fırsatta bana ders veriyorken ve hepsi aşırı tutucuyken ne solculuğu? Solcusuyla anlaşamadığım yerde solculukta ısrar etmek müthiş yorucu olmaya başladı doğal olarak. (Bir yığın insan da bu yüzden solcu değil zaten memlekette ayrı.)

Yakın çevremde sürekli bir “gidelim buralardan” muhabbeti vardı. O çevremin neredeyse tamamı şu anda yurt dışında yaşıyor. İlk evvela ben gittim. Garsonluktan arttırdıklarımla cebimi doldurdum, vizemi aldım, Topkapı’da “Münih Münih” diye bağırarak otobüse adam toplayan simsarlardan pazarlıkla 20 marka bir Münih otobüs bileti aldım ve yollandım. 20 Alman markı, bugün olsa 30 lira filan. O da Salzburg’a kadar otobüsle götürüp oradan Münih’e trene bindirecekler, muhtemelen onun parası. Otobüs kaçakçı otobüsü. Ne olduğunu bilmediğim “şeylerle” dolu. Biz yolcular aksesuar. Annecim duysa kalbine iner.

Uzatmamaya çalışayım. Münih garından otostopla Göttingen’e gideceğim. Sırt çantamın sapı koptu. Ve çare ararken aydınlandım. Almancadan bağımsız olarak aynı dili konuşmadığımızı anladım. Bütünüyle ayrı hayvanlardık oradakilerle. Çaresizlik içindeydim. Gazete okuyan bir adamın pardesüsünden sarkan kuşağa ayağımla basarak düşmesini sağladım ve adam gidince o kuşağı alıp sırt çantamı onarıp Göttingen’e yollandım.

O garda “benim sadık yarim bezmiş memleketimdir” dedim ve orada yaşamamaya karar verdim. Almanya’daki ilk bir saatimde. Sonra da 3 ay şahane hayatım oldu.

Rock dinleyip bira içmekle kalmadım, müthiş bilenmiş bir aktivist oldum. Kaçak girdiğim Hollanda’da “Stop Apartheid Boykot Shell” eylemlerinde bulundum. Bisikletle afişe çıktım, büyük eylemlere katıldım, Shell Laboratuvarı baskınına iştirak ettim.

Dediğim gibi o esnada Ankara’da üç kişi bir arada ancak havadan sudan konuşabilirdi. Bırakın gösteriyi direnişi Talip Sineması’nda bir sosyalist adayı destekleme toplantısı yapılmıştı, sivil polisler telsizlerini bile kapatmaya tenezzül etmemişti.

Avrupa’da yaşadığım hiçbir şeye inanamadım ama döndüm. Geriye memlekette kendim gibi solcular bulmak kalmıştı.

2 Mayıs 1989’da İstanbul’daydım. Mehmet Akif Dalcı alçakça öldürülmüştü. “Vatan toprağında” ilk aldığım ve ilk ağladığım haber buydu. Eh. Memlekete “hoşgelmiştim”.

Sonra Ankara’da Birikim’in ilk sayısını buldum. İlaç gibi gelmişti.

Ömer abinin Murat abinin Bülent’in (Somay) yazılarını bugün bile hatırlıyorum. Böyle insanların bu memlekette yaşadığına ve benim o vakte kadar duymamış olduğuma inanamadım. Bir gün bu insanlarla arkadaş olacağımı, rakı filan içeceğimi söyleseler zaten inanmazdım. Birikim’le yatıp kalkmaya başladım.

Birkaç yıl geçti, Tanıl ona (hiç bir zaman bitiremeyeceğim) bir kitap taslağıyla gittiğimde taslağı beğenip “E neden Birikim’e yazmıyorsun?” dediğinde cevap hazırdı: “Haddim değil.” Sonra tabii en iyi yaptığı işi yaptı ve yüreklendirdi beni. İlk yazım 1991 senesinde çıktığında 22 yaşındaydım ve kendimi Gramsci gibi hissediyordum.

23 yıl geçti aradan. Birikim’in sol, sağ yahut sol gösteren sağ içinde düşmanı hep boldu. Ama muhakkak titizlikle takip edildi. Ve sanırım düşmanları Birikim’i yazarlarından daha fazla ciddiye aldı. Bor madeni kıymeti bilinmediğinden Birikim de aşırı kıymet gördüğünden memleket bir türlü kurtulamıyordu.

OdaTV isimli “ulus-blog” projesinde Birikim üzerine yayınlanan bir yazıda bakın ne diyordu:

“Belki inandırıcı gelmeyebilir: Ama ikibinler satan bir derginin yetiştirdiği yazarların yaydığı düşüncelerle Türkiye şekillendirildi; yönetiliyor! Birikim dergisi artık “resmi ideoloji”mizin kaynağı haline geldi.”

Bu ne ki. Şöyle devam ediyor:

“Bugün Başbakan’ı yönlendiren danışmanların çoğu, Radikal, Birgün, Milliyet, Taraf, NTV, CNN gibi yayın organının yazarının büyük bir bölümü ve bu kuruluşların yayın politikası Birikim’in oluşturduğu ideoloji etrafında şekillenmiştir!” (Başbakan’dan kasıt Erdoğan tabii.)

Ben tam anlamasam da en çok şunu sevdim, tahta kaşıklara yazıp duvara asasım geldi: “Birikim, bugün, bizi tinsel olarak da kuşatan görünmeyen ana tanrıçamızdır!”

Mürekkepperver birisi, kim olursa olsun böyle bir dergiye nasıl kayıtsız kalabilir ki zaten?

Velhasıl, Birikim’e hiç hak ettiği kadar katkıda bulunamadım. Pek az yazdım. Ama hep aşkla sevdim. Okurundan yazarından hep teveccüh, iyilik gördüm. Kızdığım yazılar çıktı tabii ki. Benim yazılarıma kızan da çok insan oldu tabii ki. Lakin yüzlerce değişik yere kendi adımla ve on küsür müstearla yazdım bugüne kadar. Birikim’de yayınlananlar kadar sevgi ve nefret uyandıran yazılarım olmadı. Birikim’de yayınlanan yazılarıma aldığım kadar dönüşü başka hiç bir yerden almadım.

En azından kendi kişisel tarihim açısından en etkili mecrada bir rutine girmiş bulunuyorum. Beceririm umarım. İki haftada bir, Çarşamba’ları buradayım, beklerim.

                                                                                                                                             [email protected]