Sevme Beni!
Meral Akbaş

Gaye Boralıoğlu’nun “Mi Hatice” isimli hikâyesi şöyle kapanır: “Menekşe İstasyonu’nda ayağa kalktı Hatice. O kalkınca Sacit’in eli yana düştü. Sacit’in artık nefes almadığını ve bu dünyaya bir daha nefes vermeyeceğini kimse fark etmedi; Hatice’nin trenden Menekşe İstasyonu’nda indiğini de... sakin adımlarla uzaklaştı, Menekşe sokaklarının arasında gözden kayboldu.” Sözün kapandığı bu yerde ötesini bilmediğimiz bir hayatın ihtimali açıldı yani. Ses etmeden, sezdirmeden yürüdü gitti Hatice. Bu kadar hemen ve kimsenin eline düşmeden kaçıp gidivermek mümkün olmadığında ama?!!: “... bir duruşma salonunda... bir kadına rastlamıştım. Kocasını öldürmüş bir kadına. O sanık sandalyesinde, ben izleyici sırasındaydım. Yüzünü bile görmedim. Sadece sessizliğiyle tanıştım, müebbet hapis cezası alırken tüm duruşma salonunu kasıp kavuran kayıtsızlığıyla. Bir kadını neyin bu denli sessiz bırakabileceğini düşündüm durdum.”* Bu iki sessizliği, bir “yüksek ses”in karşısına yerleştirmek isterim: “Çok seviyordum, öldürdüm!” Mahkeme salonlarından taşan, gazete sayfalarına, canlı yayınlara sığmayan basbağır bir ses! Konuşmamakla, içine atmakla, duygusunu göstermemekle malul ilan edilen adamların böyle birdenbire ve yüksek sesle sevmeleri!!! Meselâ biraz kalabalık gördü mü hemen bağırıveren bir “baş”ı var bu memleketin: “Sizi seviyoruz be!” Sonra bir adam; “bin kişiyi öldürdüm... o bebeği ben öldürdüm... gerçekten bu işte iyiydik!” diyerek anlatan milletini, devletini ne çok sevdiğini. Fark etmeden olmuyor; onlar sevdikçe öldürüyor. Gerilerinde bıraktıkları ölü insanların üzerlerine basıp poz vermeyi ve son sözü söylemeyi kimselere bırakmadan... İşte tam burada o duruşma salonunun sessizliğine dönüvermeli!

Sessizlik aynı anda farklı anlamlara gelebilir sanki: Söz bitmiştir; söz tükenmemişse de artık değiştiremeyecektir; sözün beraberinde getirdiği tüm imkânlardan gönüllüce çekilmek istenmiştir. Hatice’ninki başka bir sessizliktir; kaçmak gitmek sessizce olmalıdır. Ve ama, yargılandığı duruşmada konuşmak lüzumunu hissetmeyen o kadının konuşmadığı, belki de yaptığının zaten sözü aşmış bulunmasından ve hatta duymak isteyene kendi kendine konuşmasındandır. Kadının geride bıraktığı ölü bedenin üstüne bir de sözle, yüksek sesle basmasına gerek yoktur çünkü. Tüm genellemelerin, kabul görenin, devri daimi sağlananın üzerine bir kesik atılmıştır. Zaten o kesikten sızan sızmaktadır. Fazla söze lüzum yoktur, yaptığını savunmaya ve anlaşılır kılıp mazur göstermeye, af dilemeye de...              

Ama şu adamlar niye hâlâ konuşmak telaşındadır? Kızını, eşini, sevgilisini, devletini, milletini, vatanının bölünmez bütünlüğünü, “Türkü de... Kürdü de... Lazı da, Çerkesi de, Gürcüsünü de, muhacirini de, Romanını da, Boşnağını da, Arnavudunu da, aklınıza ne gelirse... Yetmiş yedi milyon[u]” ne çok sevdiğini söyleme telaşında? Ölünün ardından bu adamlar, niye bu kadar çok konuşurlar? Dile gelse söyleyeceği ne ilk ve ne de son şeyin adamın onu aşkından öldürmüş olduğu olmayacak bir ölünün ardından aşk düzmek neyin nesidir? Sevmek, sevdiğini söylemek çünkü tüm bu adamlar için güçten düşüren bir şey; zayıflatan... Bu “zayıflatıcı” etkisi, ancak bir cinayet sonrası bir “mazeret” olarak çağrılan... Ve en önce sözün sahibi inanmadığı için dediğine, ve belki kimse de inanmadığı için zaten söylenene, bu kadar yüksek sesle bağırılan. Oysa bazen yüksek ses, kalın bir örtüdür. Bağırarak konuşan, konuştukça nefret yayan bu sesin altında ölüler uyur. Burada tuhaf olan, ölümün sessizliğinin de bu denli şiddetle bastırılmak istenmesidir. Ölülerden de korkulur mu demiyorum, korkuluyor işte; “çünkü bir ölü, zaten ölü olduğu için ölümden korkmayacağından, onu öldürmek çok zordur.”**

Dönersek o duruşma salonuna eğer, öldüğünde dahi rahat bırakılmayan ve çoğu zaman bir ömür sessizliğe sıkışması arzulanan bir kadından şimdi niye konuşması beklenir? Hem niye konuşsun sahi? Hikâyesi elinden alınsın, o soğuk hukuk sözleriyle ya da cıvık gazete/televizyon diliyle yeniden yazılsın diye mi?!!   

Yazmadan geçmeyeyim: Zonguldak’ta kocasını öldüren bir kadının serbest bırakılmasını “Kocasını Boğdu Serbest Kaldı!”, “Kocasını Öldürdü Serbest Bırakıldı!”, “Alkollü Kocasını Öldürdü Tahliye Oldu!” başlıklarıyla karşılayan gazetelerin kadına ilk sorusu, kocasını öldürdüğü için pişman olup olmadığıydı. Cevap, “Kocasını Öldüren Kadından İlginç Sözler” başlığıyla duyuruldu: “Öyle bir hissiyatım yok. Şimdi daha mutluyum, daha huzurluyum. Kafam rahat.”

Onların “ilginç” dediğine ben “her bijî” diyeyim!

 

* Sibel Hürtaş, Canına Tak Eden Kadınlar: Kocalarını Neden Öldürdüler?, s. 13.  

** Gloria Muñoz Ramírez, Ateş ve Söz: 20. ve 10. yılında EZLN, s. 53.