"Söylemlerle yaşıyorum"
Kerem Ünüvar

Hemen her televizyon programında var bu laf: “… söylemde bulunuyorsunuz?” Doğru, yanlış, hatalı, katıldıkları, katılmadıkları söylemler havada uçuşuyor. Gazetecisi de, televizyon yorumcusu da, popçu da, futbolcu da, futbol yorumcusu da, milletvekili de, bakan da, muhalif milletvekili de, kadroyu bulmuş olmak dışında bir meziyeti olmayan yeni Türkiye’nin yeni akademikleri de ‘söylem’i patlatıveriyor. Patlatmak doğru bir seçim zira, anlamıyla, kapsamıyla darmadağın edilmiş bir kavramla karşı karşıyayız. Cümle, kelime, ifade manasını taşıyacak şekilde kullanılıyor. “Bu söyleminize katılmıyorum” deniyor mesela. “Bu fikrinize” ya da “ele alınan konunun, kastettiğiniz içerikte sunulmasına karşıyım” demek isteniyor! En çok revaçta olan kullanımlardan bir tanesi “yanlış söylemlerde bulunuyorsunuz”. Tek bir söylem değil, o yetmiyor, “söylemlerde bulunuyorsunuz”! Kışkırtıcı, provokatif ya da kastını aşan bir cümle kurdunuz, bir kavram tercih ettiniz. Karşı taraf hemen yapıştırıyor: “Yanlış söylemlerde bulunuyorsunuz!” “Barış süreci yanlış bir söylemdir” diyor. En fazla yanlış bir tanımdır demesi gerekirken… Ya da iş cinayeti karşısında “tüm sektörü suçlayacak söylemler yanlıştır” diyor ilgili bakan, “aman diğerlerini ürkütmeyelim” manasında. Burada biraz daha kelimenin içeriğine yaklaşılmış ama cümlede ‘söyleme’ gerek yok. Klasik siyaset ve iş dünyası ilişkileri içinde “tüm işletmeler böyle değil” demek (ayıp olsa dahi) yeterliyken, söylem kelimesi araya sıkıştırılarak, olayın ne kadar ciddiyetle düşünüldüğü ve bu konuda hepimizin dikkatli olması gerektiği hususunun altı bir kez daha berkitilmiş oluyor. Yeni YÖK başkanı şöyle diyor mesela: "Üniversiteler 'susturulmuş’ diyemem; bu siyasi bir söylem, ama isteksizlik var." Söylem lafı gayet doğru bir şekilde kullanılıyor ama sadece bir iddiayı olumsuzlamak için – öyle kullanılması tamamen manasızken… Ve tabii garibim kelimenin gündelik kullanımı da şöyle oluyor: İki futbolcu soyunma odası koridorunda karşılaşıyorlar, aralarında bir tatsızlık oluyor. Çıkışta soruyor gazeteciler (onlar hemen öğreniyor tatsızlığı): “Ne oldu?”, “Bana yanlış söylemde bulundu” diyor karşı taraf! “Küfretmiştir o” demiyor kimse. Daha güzel, akıcı bir Türkçe ile soruya ek yapıyor: “Nasıl yanlış söylemlerde bulundu?” Yani bizim anlamamız gereken: “Hangi küfürleri etti?”

Türkçe akademik kullanımı herhalde belirli bir tez ya da tez grubuna bağlı kalarak, dolayısıyla o tezlerin içinde üretilmiş kavram ve nüansları da kullanarak tartışmada bir safı, bir temsili taşıyacak şekilde yazmanın ve dile aktarımın bütünü olarak tarif edilebilir. İngilizce sözlükler özellikle “verbal” kısmını vurguluyorlar, söyleyişi de kapsayacak şekilde yani sözle taşınmalı, bu sözlerin metinsel bağlamına dahil olmalı ama mutlaka bir düşünce çerçevesi içinden… Kısaca tek başına bir kelime, tarif ya da cümleden “söylem” olarak bahsedemeyiz. “Maço bir söylem” ya da “militarist bir söylem” dediğimizde, siyasal olarak arızalı bir dizgeler bütününe referans veririz; “siyasi söylem” illa olumsuz bir anlam taşımaz sadece ideolojik vurguya göre o anlam yüklenir örneğin. Tek bir cümle ya da kelime söylemi oluşturmaz (söylem hakkında fikir verir ama) – yine “siyasi söylem” dendiğinde iktidar konumundakinin sanki siyasetten bağımsızmış, bağımsız olabilirmiş gibi muhalifleri suçlamak için o vurguyu tercih etmesi gibi… Söz konusu o cümlelerin, o kavramlarla bir araya gelişi bir söylem ortaya çıkarır ve elbette konuşanın o söylemin içinden konuştuğunu anlarız, buna göre o konuşmanın içeriğine bir değer/değersizlik ya da pozitif/negatif değer atfedebiliriz. Oturup o söylemi analiz edebiliriz, arızalarını tek tek dökebiliriz. “Bana diskur çekme”deki diskur’dur işte söylem. Belirli bir düşünce akışı/geleneği içinde üretilmiş, muhatabına derdini belirli bir bütün içinde anlatma, söyleme çabası, usulü…

Retorik sanatının marifetiyle dil felsefesi alanına dahil edilmiş, epey bir serüvenden sonra Todorov, Bakhtin, Foucault, Lacan, Said gibi önemli insanlar kavram üzerine tekrar kafa yormuşlar, 20. yüzyılın akademik dünyasında çok kullanılmış, tartışılmış; metin analizi için vazgeçilmez olmuş; politikadan psikanalize (‘öznenin söylemi’) çeşitli akademik alanlarda muteber hale gelmiş. Bizim coğrafyamızda tarumar edilmeden önce kendi halinde, tonton bir kelime olarak saygı gösterilip, deneyimlerinden istifade ediliyormuş… Böyle bağlam, metinsel falan gibi uzantıları var maalesef, lafın arkası bayağı kalabalık yani… Bu durum bizi korkutur mu? Asla!

Peki, ‘güzel ve yalnız ülkemiz’de niye bu kelimenin başına türlü türlü hal geliyor? Kelimenin arkeolojisine girmeyelim; geliştirilme biçimine bir katkımız da yok, çok şükür; matbuat ortalamamız içinde çok yeri gelen, üzerine kafa yorulan bir kavram da olmadı… Bundan 2-3 yıl öncesine kadar akademik/politik kitaplarda, dergilerde, metinlerde, gazetelerdeki uzun değerlendirme yazılarında ya da kültür gibi ‘ağır’ konular televizyonda tartışılırken bahsi geçen bir kelime/kavramdı sadece. Derken bir şey oldu, bütün cümlelerin içine söylem lafı yerleştirilmeye başlandı. Zaten tanıdık gibiydi: söylemek, söylenmek vb. gibi kelimelerimiz vardı; söylem mutlaka akraba olmalıydı, söyleyişe de benziyordu, söyleşmeye de; e o zaman ha “yanlış kelime konuştun” ha “yanlış söylemde bulundun”, ne gam…

Bizi ilgilendiren kısmı da burası olmalı: Niye böyle oluyor? Bir anda birisinin aklına bu kavramı alıp, olur olmaz yerde kullanmak, ilgili ilgisiz bağlamlarda cümlelerin içine boca etmek mi geldi? Düşünce hayatımız ketlendikçe, siyasal dünyamız ‘orta’nın egemenliğine teslim oldukça mı böyle oluyor? Söylediğimizi düşünmeden, sadece laflarımızın arasına şık (hem de Batılı) olduğunu hesap ettiğimiz için yerleştirdiğimiz bu ve benzeri kelimelerle kime, ne demeye çalışıyoruz?

Kimse kimseye şu kelimeyi kullanma diyemez elbette, sebil gibi kullanılır, demokrasi ve milli irade var neticede. Lakin, yukarıda da değindik; söylem, en önemlisi muhatabına derdini belirli bir bütün içinde anlatma, söyleme çabası, usulü; söyleşmeler bütünü… Önce bir muhatabınız olduğunu kabul etmeyi, ona derdinizi bir bütün içinde anlatmayı, çaba göstermeyi ve bunun için bir usulü takip etmeyi gerektiriyor. Oysa söylem kelimesinin dilimize girişi bir yana, kullanılışı göz önüne alındığında ortaya şöyle bir durum çıkıyor: galiba pek kimseye de bir şey demeye, laf anlatmaya çalışmıyoruz. Sözün gücüne, güzelliğine inanmadığımız gibi sözümüzü nasıl söylediğimize de pek önem vermiyoruz. Söyleşmeyi küçümsediğimiz, dert anlatmayı manasız bulduğumuz, kabahatlerimiz karşısında pişman olmak yerine pişkince tevil etmeyi düşündüğümüz için cümlelerimizin içine boca edilmiş, kulağa bir mana ifade ediyormuş gibi gelen birtakım ‘yeni’ kelimelerle çok büyük manalara uzandığımıza vehmediyoruz. Bu nedenle söylemlerle yuvarlanıp gidiyoruz, neticede vade dolduruyoruz…