Rusya ve Türkiye'nin Ortak Kaderi
Evren Balta

İstanbul'da geçtiğimiz hafta gerçekleşen Putin-Erdoğan zirvesini Batı medyası bir imparatorluklar buluşması olarak duyuruyordu. Beraberinde 10 bakanla Ankara'ya gelen Kremlin'in 'taç giymemiş çarı' Putin'i Türkiye'nin 'yeni sultanı' Erdoğan, imparatorluklara yaraşır bir şekilde Ak-Saray'da karşılıyordu. (bkz. “Çar Sultan ile Buluşuyor” link ).

Aslında daha bu buluşma gerçekleşmeden önce de bu iki ülkenin benzer korkutuculuğu Batı basınının gündemindeydi. Örneğin 29 Ekim tarihinde Guardian  “Avrupa’nın doğu sınırlarında iki büyük ülkeyi yöneten, iki kızgın adam var. Bağırıp çağırıyorlar, mağrurlar ve görmezden gelinmeleri de imkânsız” diye başlık atacaktı (bkz. link). Bu iki ülkenin liderlerinin siyasi arzuları Batı tarafından  tarihin “trajik” bir tekerrürü olarak algılanmaktaydı. On dokuzuncu yüzyılın huysuz ve dizginlenemeyen “imparatorlukları” kursaklarında kalan tarihsel heveslerini 21.yy’da yeniden gerçekleştirmeye soyunmuşlardı.

Rusya’nın Kırım’ı işgali Batı’nın bu derin kaygısının somutlaşmasıydı zira. Putin’in Kırım’ı işgal ederken kullandığı yayılmacı dil,  kendisini Rusya dışında yaşayan bütün Rusların ve hatta Ortodoks toplulukların hamisi olarak ilan etmesi imparatorluklar çağına geri dönülüyor kaygısını artıyordu. Putin’in en sevdiği tarihi kişiliğin Kırım savaşını yürüten I. Nikolas olduğunu ve onun “ortodoksluk, otokrasi ve ulus” kavramından etkilendiğini sık sık tekrarlaması Batı’yı biraz daha fazla endişelendiriyordu.

Erdoğan’ın her fırsatta Osmanlı geçmişine yaptığı vurgu, Osmanlı’nın temas kurduğu her bölgeye müdahil olma hevesi, Osmanlı sembollerini sıklıkla kullanması Batı’nın Doğu’da imparatorluk hayaletinin yeniden canlandığı endişesini güçlendiriyordu. Bu endişeyi hiç de azaltmayacak bir biçimde 2012 yılında dönemin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu "1911 ile 1923 yılları arasında nereleri kaybetmişsek, hangi topraklardan çekilmişsek 2011-2023 yılları arasında o topraklarda tekrar kardeşlerimizle buluşacağız" diyordu.

Batı ile olan bu gerilimli ilişkinin hem Rusya hem Türkiye’de güçlü ve kalıcı temelleri vardı üstelik. Her ne kadar her iki lider de Batı merkezli dış politika kartını iktidarlarının ilk döneminde büyük bir coşku ile kullanmış olsalar da Batı’nın kaygan ve güvenilmez bir müttefik olduğu hissini hiçbir zaman tamamen terk etmemişlerdi. Her iki lider de Batı tarafından mağdur edildiklerini, anlaşılmadıklarını ve hatta kandırıldıklarını iddia ediyorlardı.

Bu “kandırılma” ve kader ortaklığı hissi sadece dış politikanın “ittifaklar” zemini için geçerli değildi. Hem yeni Türkiye hem de yeni Rusya’da Batı bir model olarak da sorgulanmaya başlamıştı. Rusya Kilise-Devlet İlişkileri Başkanı Vsevolod Chaplin Ortodoks ve İslam medeniyetinin ortaklığına vurgu yaparken şöyle diyordu:

Kilise ve devletin kaçınılmaz çatışması Batı medeniyetine ait bir fikir. Ortodoks medeniyeti ve hayat tarzı, tıpkı İslam medeniyeti gibi, iktidar ve din arasındaki çatışma fikrine tamamen yabancıdır. Batı tipi demokrasi evrensel değildir, tartışılmalıdır ve kendini bu tip demokrasi ile rahat hissetmeyen toplumlarda yerine başka bir şey konulmalıdır.

Putin-Erdoğan zirvesinden çok daha önce de pek çok analist her iki ülkede de Batı tipi demokrasiden unsurlar taşıyan ama ondan farklılaşan bir modelin ortaya çıkmakta olduğunu yazıp çizdiler. Rekabetçi otoriteryanizm adı verilen bu modelde demokrasinin temel ve formel kurumları (seçimler, siyasal partiler gibi) görünürde mevcuttu ama siyasal denetimin demokratik değil otoriteryan pratikler yoluyla sağlanmaktaydı. Rekabetçi otoriteryanizmde hukukun üstünlüğü ve çoğulculuk yerini yürütmenin üstünlüğü ve çoğunlukçuluğa bırakıyordu. Bilgi alma özgürlüğü yerini bilgi üretimi ve dağıtımının neredeyse tamamen devlet tarafından idare edildiği bir sisteme bırakıyordu. Her iki ülkede de basın yayın organları piyasa mekanizması, vergi denetimi ya da kanunlar yoluyla kontrol altına alınıyordu. Her iki ülkede de yargı politikleşmiş ve siyasal iktidarın baskı aygıtına dönüşmüştü.  Her iki ülkede de kamunun kaynakları ve gücü muhalefeti etkisizleştirmek için seferber edilmiş durumdaydı. Her iki ülkede de ekonomik rant, siyasal iktidara bağlılık ve sadakat üzerinden dağıtılıyordu. Her iki ülkede de yolsuzluk siyasal iktidara biat etmenin bir aracıydı. Her iki ülkede de icraat kanuna değil, kanunlar icraata uyduruluyordu. 

Gerçekte bütün bunlar her iki ülke için de yeni siyasal stratejiler değildi. Bu stratejileri yeni yapan bütün bunların bir iktisadi ve siyasi güç ile birleşmiş olmasıydı. Hem Erdoğan hem de Putin benzer siyasal ve iktisadi stratejileri kullanan bir siyasal sistemi devraldılar. Devraldıkları ülkelerde hukukun üstünlüğü, güçler dengesi ve yargı bağımsızlığı hiçbir zaman güçlü bir geleneğe ve geçmişe sahip değildi. Yönettikleri toplumların kendilerini “Batı tipi liberal demokrasi” ile rahat hissedip hissetmeyeceklerini değerlendirmeye fırsatları zaten pek olmamıştı.

Dolayısıyla ne Putin ne Erdoğan sadece kenara itilmiş imparatorlukların gölgesini devralmadılar, yakın tarihli bir otoriteryan geçmişi ve belki de daha önemlisi iç savaşların kurumsal mirasını devraldılar. Her iki lider de kendi kariyerlerini imparatorlukların çekiciliği ya da geçmişe duyulan özlem üzerine değil, yakın geçmişe duyulan korku ve ‘90’lı yılların hayaleti üzerinden inşa ettiler. Her iki lider de adı konulmamış savaşların ardından gelen “düzen” ve “istikrar” söyleminin taşıyıcısı oldular. Onları iktidara taşıyan dönem dönem “stratejik” olarak başvurdukları demokrasi söylemi değildi. Onları geniş kitleler nezdinde iktidara taşıyan düzen ve istikrar söylemiydi. Her iki lider de bir yandan o çok korkulan yakın geçmişin hayaletini “düzen ve istikrar” söylemiyle kovarken, öte yandan o yakın geçmişin işe yarayan tüm kirli mekanizmalarını da kendi iktidar repertuvarlarına dâhil ettiler.

Bugün her iki ülkede de iktidarın sürekliliği milli değerler, din ve “hain Batı” fikrinin stratejik mobilizasyonu ile sağlanıyor. İktidarın söylemsel stratejilerine bakanlar on dokuzuncu yüzyılın huysuz, şımarık ve dizginlenemeyen “imparatorlukları”nın kursaklarında kalan tarihsel heveslerini 21.yy’da gerçekleştirmek için kader birliği yaptığını düşünüyorlar.

Rusya ve Türkiye’nin  hiç kuşkusuz bir kader birliği var. Ama bu kader birliği Batı tarafından mağdur edilmiş mazlum halkların birliğinden ya da bastırılmış imparatorlukların el ele tutuşup birlikte tarih sahnesine geri gelmesinden kaynaklı değil. Bu kader birliği bu iki ülkenin siyasi elitlerinin kaderinin birliği. Çünkü onların gelecekleri kayırmacı bir iktisadî yeniden dağıtım sisteminin ve otoriteryan bir siyasal düzenin devamına bağlı. Batı ve geçmiş bu gerçeğin üzerine atılmış bir örtü sadece. Kader birliği ise o örtüyü bedeli ne olursa olsun orada tutmakta.