Dilenciler...
Metin Solmaz

Uzuncorap.com sitesinde bir çeviri yazı yayınladık, görmüşsünüzdür: Dilencilerin kucağındaki bebekler neden sürekli uyur?

Görmüşsünüzdür diyorum, çünkü bu yazı sadece Uzuncorap.com’da bir milyona yakın kişi tarafından okundu. Sabah’tan Star’a Zaman’a merkez medya sanki kendisininmiş gibi yayınladı, foto galeri yaptı. Videoları yapıldı. Güzin Abla bile yazdı. Tabii ki hiçbiri kaynak göstermedi. Bunda şaşılacak bir şey yok ve konumuz dilenciliği kötülerken hırsızlık yapmak değil.

Yazı, bir alçaklığa işaret ediyor, dilencilerin kucağında uyuyan çocukların votkayla yahut ilaçla uyutulduğunu anlatıyordu.

Yazıya milyonlarca insanın gösterdiği bu teveccüh bu konudaki yazı azlığından, Suriyelilerle birlikte dilencilerin artmış oluşundan ve yazının anlattığı durumun sertliğinden geliyor olmalı. Şaşılacak şey kullanıcı yorumlarında. Sosyal medyada konu neredeyse “hunharca” tartışıldı. İnsanlar başta Suriyeliler olmak üzere dilencilerden (paradoksal olarak hafif imrenme tonunda) tiksinerek bahsettiler: “Oh. Ekmek elden su gölden.”

Sanki tutan var onları dilenmemeleri için.

Ben de konuya sosyal medyada birkaç kere dahil oldum: Suriyelilerin çocuklarını ilaçla uyutmak bir kenara aşkla sevdiklerini, onlarla çaresizlik içinde oynamaya çalıştıklarını, vakitlerini çocuklarının kafalarından bit temizleyerek geçirdiklerini ve ne biçim çaresizlik içinde olduklarını anlatmayı denedim. Olmadı.

Dilenci teatral durumlara giriyor, çocukları vb. bu iş için kullanıyorsa, hatta bu iş için uzuv kesmek, uyuşturucu vermek filan gibi işler yapıyorsa, örgütleniyorsa -ki bunların hepsini bol miktarda yapan var, hiç kuşku yok ki en ağır şekilde cezalandırılması gerekir. Bu yanıyla haklılar tabii. Kimse kandırılmayı sevmez. Hoş hayatımız zaten (neredeyse bütünüyle) kandırılmak üzerine kurulu ayrı.

Bir kadın vardı İstiklal Caddesi'nde emekleyerek ve titreyerek, çok etkili, hakikaten acınacak bir görüntüyle yürürdü. Esnaf hilesini biliyordu ve balık pazarına girdiğinde elindeki tası çer çöple doldururlardı, küfür ederlerdi. O kadın -artık nasıl para kazanıyorsa aldırmaz, yine gelirdi oraya.

Başka birini TV’de görmüştüm. Çocuğunu ayaklarından tutmuş, sallayarak havaya kaldırmış ve zabıtaya vuruyordu. 3-4 yaşlarındaki çocuğuyla.

Defalarca çakma sara kriziyle para toplayan dilenciye denk düştüm. İlk seferinde o kadar heyecanlandım ki para istemesine fırsat vermeden elindeki kağıdı kapıp eczaneye koştum. Eczacı anlattı durumu da kendime geldim.

Keza yolda kalmış numarası yapanlar, memleketine dönemeyenler, takılmış gibi görünen katatelle gezenler, demin ameliyattan çıkmış kılığında dilenenler...

Ama durum böyle değilse işin rengi bütünüyle değişiyor.

Yardıma muhtaç olduğu gerekçesiyle başka insanlardan para, yiyecek vb. şeyler isteme haline dilencilik denir. Böyle düşününce haysiyetli bir iştir. İhtiyacı olana para vermek parası olanın boynunun borcudur. Bu bir çeşit kendiliğinden sosyal sorumluluktur, sigorta hatta emeklilik sistemidir. Hele bizimki gibi halkın sosyal sosyal güvencelere uzak yaşadığı ülkelerde.

Hatta bence ihtiyacı olması durumunun tanımı da geniş olmalıdır. İdeal bir dünyada “canı çalışmak istemeyen” birisi dilenebilir. Hep dilenebilir. Ne olacak ki? Dilencilik mekanizmasında verilecek miktarı belirleyen mercii gönül. Ayakkabısında delik olmayan herkesin verebileceği üç beş kuruş vardır. Ayrıca dilenciliğin muteber olduğu bir dünyada dilenci oranının müthiş artacağına dair itikatı kanıtlar bir veri yok ortada. Hem işinsanı yahut memur olmak için değil dilenci olmak için yırtınan insanlardan teşekkül eden bir toplumun bizimkinden daha eğlenceli olacağı kesin.

Dilencilik bir iştir. Pek çok açıdan zahmetli bir iştir. Birçok işte olduğu gibi prezentasyon katmanı çok önemlidir. Nerede dileniyorsun, hangi kılıkta ne söyleyerek dileniyorsun, gelir açısından kritiktir. Ben gençliğinden beri bu dilencilik mevzuuna kafayı takmış ve ihtiyaç sahibi dilencinin haliyle hemhal olmaya çalışmış birisi olarak bu konuda amatör çalışmalar sahibiyim. Epey bir dilencinin konumunu, kelamını değiştirmişliğim, önerilerde bulunmuşluğum ve takdir teşekkür toplamışlığım vardır.

Ayrıca dilencilik herkesin yapabileceği bir iştir. Ben, gençliğimde ABD’ye gitmeye ve bir sene orada yaşamaya karar vermiştim. Ama tek kuruşum yoktu. Oturup bütün arkadaşlarımı bir kağıda yazdım. Hepsinin adının karşısına onlara dokunmayacak miktarlar yazdım. Adına da AGF (Amerika’ya Gitme Fonu) koydum. Bugünün parasıyla beş lira ile bin lira arasında değişen miktarlar düştü insanlara. Bir de güzel metin yazdım “onlara zahmet vermeyecek paralar dilendiğimi, minnettar olacağımı, geri ödemesiz borç aldığımı” anlatan. Bir pilot grup üzerinde yazdığım metni denedim. Yüzde yüz çalışıyordu. ABD’ye gitmekten caymasaydım dilencilikle bir senemi kurtarmıştım.

Bu sevimli formatta yürümüyor tabii işler. Celalettin Vatandaş isimli bir sosyoloji profesörünün Afyon Kocatepe Üniversitesi Sosyoloji Dergisi’nde yayınladığı bir makaleye (link) göre dilencilerin %70-80’i örgütlü (rakamı nasıl bulduğunu söylememiş). Yani kandırmak suretiyle dilencilik yapıyor.

Ayrıca arada bir medyanın gündemine geldiği üzere memlekette epey dilenci köyü var. Bu köylerdeki insanlar külliyen dilenciler. Köy dışına dilenmeye gidiyorlar ve genellikle yaptıkları işten asla bahsetmeden uzun yıllardır artık sanırım yarı şizofren geçinip gidiyorlar. Bu tabii tuhaf bir durum.

İşin bir de dini veçhesi var. Dilencilik birçok dinde kendisine yer bulmuş bir müessese. İslam'da fitre, zekat, sadaka gibi muhtelif isimlerle kapı zaten açık. Tasavvufta da başka mistisizmlerde de sık sık nefis terbiyesi için kullanılıyor. Hayatı tanımak yahut Allah’a vakit ayırabilmek için dilenmek doğal karşılanıyor.

Hindu hayatının dördüncü ve son evresindeki insanlara sadhu denir ve bu kutsal insanlar geçimlerini dilenerek sağlarlar. Diğer insanlar sadhulara bakmakla yükümlü olduğu için bu insanların dilenmesi yadırganmaz. Ganj kıyısındaki meşhur Varanasi’de sadhular Ganj’a inen merdivenli “gath”larda ellerinde çanakları sıra sıra dilenirler. Kimse de onlara “sapasağlam adamsın git çalış” demez. Hoş bir deri bir kemik halleriyle çok da sapasağlam sayılmazlar.  

Epey bir sadhuyla sohbet etme şansım oldu. Teatral şovları öne çıkarmış “foto çektirmeci” sadhular haricindekiler hakikaten bir yanıyla zavallı olsalar da mülayim, hoşsohbet, yaşama sevinci sahibi insanlardı.

Bir de evsizlik müessesesi var. Evsiz, adı üstünde evi olmayan birisinin geçimini dilencilikle sağlamasında bir maraz bulmak külliyen vicdansız bir durum değil mi?

Dilendiği saatleri kesin olarak ayıran ve o saatler dışında para verilmesini hakaret kabul eden bir evsiz vardı Şişli’de. Lafuma uyku tulumuyla ve köpekleriyle uyurdu. Nasıl şarj ettiğini bilmediğim birçok eski cep telefonu ve arada bir ziyarete gelen bir sevgilisi vardı. Evliya gibi adamdı. Öldüğünde çok üzülmüştüm. Bir başkası, Hüsrev Gerede caddesinde İTÜ Otopark girişine takılan Yamalı ise yıllar süren ahbaplığımız boyunca hep ilkeli bir dilenci olmuştur. Çok az insanın parasını kabul eder. İçki ve sigara bağışları daha fazla makbule geçer. Gururludur. Yanında yattığı çöpten (Teşvikiye çöpü tabii) hafta boyu biriktirdiklerini Dolapdere bit pazarında satarak geçinir. Müthiş misafirperverdir. Kimseye zararı yoktur. Ama sürekli başı derde girer. Denk gelirseniz iki paket sigarayı esirgemeyin.

Yeri gelmişken Fransa Marseille’de Nazi çağrışımı yapan bir uygulamayla evsizlerinin sarı üçgenli yaka kartları takmak zorunda bırakılmak üzere olduklarını, 100 kadar kartın hazır olduğunu söyleyelim (link).

Gördüğüm kadarıyla genellikle sahibinden başka kimseye yüz vermeyen sevimli köpeklerin arkadaşlığıyla yapılan İngiliz usulü evsiz/dilenciler gayet onurlu hatta kibirli bazan sinirli insanlardan oluşuyor. Üstelik İngiltere'de dilencilik uygulanan bir yaptırımı olmasa da kanunen yasak. Ve Türkiye’de istismar söz konusu olmadıkça değil.

Türkiye’de suç değil. Ama özellikle son yıllarda büyük şehirlerde dilencileri “göz önünden” kaldırmak için görünür bir çaba var. Önce mahalle delilerini yok ettiler. Şimdi dilencileri bitiriyorlar.

Dilencilerden “şehrin görüntüsünü bozduğu” suçlamasıyla şikayet edilmesi de Osmanlı’ya kadar gidiyor. Zavallı Suriyeliler için de ne kadar çok söylediler bunu. Taksim’i “selpakçı çocuklar”dan ve tinercilerden “temizlediler”. Ama nereye doğru?

“Şehrin görüntüsünü” bozmak için onyıllardır bu kadar örgütlü bir çaba halinde olan Türkiye’de şehrin görüntüsünün dilencilerle bozulduğunu düşünmek çok acımasız.


Örgütlü, kadın, engelli yahut çocuk istismar eden dilencilerle mücadele etmek o kadar zor olmasa gerek. Köylerinin zaten yerleri belli. Örgütlerini deşifre etmek de ne kadar zor olabilir ki?

Yeter ki niyet şehri dilenciden değil istismarcıdan temizlemek olsun.

“Oh, ekmek elden su gölden” cümlesindeki kızgınlığın altında yatan cazibeyi de anlıyorum. Zaten doğrusu ekmeğin elden suyun gölden olması değil midir?