Çocukluk, Yağmur ve Yara
Derviş Aydın Akkoç

İsmet Özel’in 1973’te yayımlanan “Çözülmüş Bir Sırrın Üzüntüsü” şiirinin son dizesi: “Kapanmaz yağmurun açtığı yaralar / çocuklarda.”1 Şiirin diğer dizeleri değil ama özellikle bu son dizesi yıllardır aklımdadır. Durup dururken de hatırlarım: Eskimiş bir ev görürüm, tabelanın birine takılırım, otogarın birinde sigara içerim, köhne bir yolda yürürüm, bir perde hayal ederim, aklıma gelir; ister istemez de efkârlanırım. Çağrışımları hayli geniş bir düzleme yayılan bir dize bu. Gücünü de “yağmur” imgesinden alıyor bence. Cemal Süreya’nın “İmgenin Kökleri” yazısında belirttiği cinsten bir imge var karşımızda:

Bir kelime mi kullanıyoruz, bir görüntü mü kuruyoruz, dışa vurduğumuz bir coşkumuz mu var; o kelime, o görüntü, o coşku daha önce yazdığımız şiirlerin, başka şairlerin şiirlerinin, suya giden genç kızların, bir gazete manşetinin kelimelerinde; ortaokul tarih kitabının resim altlarında, bir siyasa adamının davranışlarında yankılanmalı, sonra da onlardan koparak ya da onların yanında bir ayrımcığı yüklenerek son konumunu almalıdır.2   

Buna göre, bir imge yahut imaj sadece şiirde değil, hayatın başka alanlarında da kendini duyuruyor, duyurduğu zaman imge yahut imaj oluyor. Barış Bıçakçı’nın Aramızdaki En Kısa Mesafe adlı romanını okurken, “yağmur” imgesi gelip şurama yerleşti. Bir imge romanda da yankılanmayacak diye bir şey yok. “Yağmur” imgesi metindeki şu cümleyi okurken yakaladı beni: “bellek en zayıf yerden kopuyor ve yine oradan bağlanıyor, gelip gelip takılacağın bir düğümle.”3 Kopmak fiilindeki sızıyı bağlamak fiilinin telafi edememesi, dönüp dolaşıp hep aynı yere varmak, düğümlerle düğümlenmek, orada duran kök acının insanın peşini bırakmaması. Hafıza en zayıf yerinden kopuyorsa, kapanmamış, kapanmayacak, demek kanayan bir yara var: Çocuklukta. Bıçakçı’nın metninin yarattığı estetik tada (acı ve keder de estetik tatlardır) “yağmur” imgesinin gölgesinin düşmesi, çocukluk temasıyla da bağlantılı: Buruk bir çocukluk hikâyesi anlatılıyor Aramızdaki En Kısa Mesafe’de.  

Sayfalar akıp giderken bu çocukluğun başına ne gelmiş diye sormamak mümkün değil. Dile getirilen kimi nedenlerin yanı sıra, cümleler arasındaki boşluklarla, susuşlarla geçiştirilen, yani üstü örtülen, hafızanın aşağılarına ötelenen bazı hakikatler var sanki. Şunu söylemek istiyorum: Yazarın konuştuğu yerler değil, sustuğu yerler etkiledi beni daha çok. Ne oldu, ne yaşandı da bu kadar çok susuyor? İnsan konuşurken de susar. Bu roman da biraz öyle, konuştukça sessizliğe gömülen bir tarafı var. Metnin yüzeyinde kimi cevaplar mevcut: Geçim sıkıntısı, hayatın yükünü erken yaşlarda omuzlama, sokaklarda sakız yahut boza satma, alınıp götürülen, bıyıkları kesilmiş olarak geri getirilen sosyalist bir baba, öğrenci olayları, kira isteyen ev sahipleri, pazarlarda satılan kıyafetler, mütemadiyen ağlayan ama aileyi çekip çevirmek zorunda olan fedakâr ve kuvvetli bir anne, kendini “değersiz hissettiği için” evden kaçan bir erkek kardeş, “büyük bir yazar olma” hayali kuran ama olamayan bir ağabey… Bunlar anlatılanlar, bir de anlatılmayanlar var: Okurun belki asla bilemeyeceği, ancak tahmin yürütebileceği o boşluklar.

Nitekim boşlukların, susuşların etrafında örüyor anlatısını Bıçakçı. Bu esnada şiirden istifade ediyor; kelimeleri, görüntüleri, duyguları hayatın oralarına buralarına maharetle sızdırıyor: Kırılmış bisikletler, TBMM’nin 50. Yıl pulları, bakkalları süsleyen kaymaklı bisküviler, rengârenk ambalajlardaki çikolata ve gofretler, uçup giden iskete kuşu, Ankara’ya hayli uzak olan Sinop, radyodan sesi duyulan ve “pamuk alımları” hakkında konuşan “hükümet”, avlularda asılı hoparlörler, “bu dağlar kömürdendir geçen gün ömürdendir,” diyen bir baba… Şiire yakın bir atmosfer içinde sunuluyor, çocukluğun artık çok uzaklarda kalmış bu kırık dökük anıları.

“En kısa mesafe” derken, en uzun mesafeye göndermede bulunması da ayrıca iç burkucu: Ne kadar üzerine gidilse de tamir edilemeyecek bir çocukluktur anlatılan. Bir kez yaralanmış bir çocukluğun tamiri mümkün değildir. Hayat kadar duru kelimeler kırılmış, olayların kıyısına ilişmiş bir çocukluğun yaralarını sarmaya çalışıyor ama olmuyor, yara hep daha “fazla,” daha baskın çünkü.    

Kök acının bulunduğu yerlere yönelik hatırlamalara unutuşların eşlik etmesi, çocukluğu çevreleyen aile kurumuyla da alakalı. Şayet mevzu aileyse susmak, hatırlarken olanı çarpıtmak kaçınılmazdır. “Aynı soyadını taşıyan” bireylerin oluşturduğu dünyada, “hiçbir şey göründüğü, hatta yaşandığı gibi değil, her şey hatırlandığı gibi[dir].” Doğru ama eksik bir yargıdır bu, çünkü her şey unutulduğu gibidir de. Üstelik onarıcı olan hatırlanan değil, belki de unutulandır, sese ve söze kavuşturulmamış olandır.

“Yağmur” imgesi de burada, bu boşluk bahsinde devreye giriyor zaten: Yağmur yağmış bu çocukluğun üzerine. Islak, hatta biraz yapışkan bir çocukluk, Türkiye yağmurunda ıslanmış. “Hangi çocuk değersiz hissetmez ki kendini,” diye soruyor Barış Bıçakçı. Çocukluğa damgasını vuran bu değersizlik, hayatın diğer safhalarına da uzanıyor; ergenliği, yetişkinliği alttan alta belirliyor, şekillendiriyor. Yarım kalmış hayalleri, incinmiş gururlarıyla büyüyemeyen çocuklar ülkesiyiz galiba. Romanda resmedildiği şekliyle hep “gergin” ve “sinirli” olan o çaresiz babalar, hemencecik dağılan o zavallı anneler de biraz çocuk değiller mi?

Bu ince yağmur ne zaman dinecek, güneş ne vakit vuracak camlara, bu ıslaklık hiç kurumayacak mı? Romanın boğazıma dizdiği sorular bunlar oldu. Manisa Davası’nda ağır işkenceye maruz kalan gençlerden birinin tahliye olduktan sonraki sözünü okuduğumu hatırlıyorum. İşkenceden şikâyet etmiyordu, “hayallerimizi kirlettiler,” mealinde bir laf etmişti. İnsan tekinin hayalleri kirlenince geriye paslı bir gerçeklik kalıyor herhalde: durmadan azarladığımız, altında ezildiğimiz bir gerçeklik. Hayaller sadece işkence gibi uç örneklerde kirletilmiyor tabii. Bıçakçı’nın işaret ettiği üzere, dar gelirli ailelerin hayat kavgasında da soluyor:  “Kapanmaz yağmurun açtığı yaralar / çocuklarda.”  Varsın kapanmasın, alıştırdılar hem, yaralarla yaşamaya…

 


1 İsmet Özel, Erbain: Kırk Yılın Şiirleri, İstanbul: Şule Yayıncılık, 1987, s. 171-172.

2 Cemal Süreya, Şapkam Dolu Çiçekle, Toplu Yazılar I, İstanbul: YKY, 2011, s. 311-314.

3 Barış Bıçakçı, Aramızdaki En Kısa Mesafe, İstanbul: İletişim, 2014, s. 78.