Prekarya ve Sosyalistler
Barış Özkul

Prekarya, sanayi toplumunun istikrarlı, sabit zamanlı, sendikalı ve toplu sözleşmeye tâbi çalışma koşullarını aşındıran yeni bir sınıf. Öngörülebilir bir geliri ve statüsü olmadığı gibi sanayi toplumunda üretim sürecinin merkezinde olan ev-işyeri ayrımını, işçi ile işveren arasındaki kişisel ve doğrudan ilişkiyi, sınırların belirsizleştiği, güvencesizliğin normalleştiği, envanterleştirilmiş niteliklerin yerini enformel becerilerin aldığı bir varoluş biçimiyle ikame eden bu sınıfa Batı kapitalizmi şimdilik üç şekilde tepki gösterdi: Nominalizm, istihdam/çalışma ideolojisi ve sağ popülizm.

Bir uysallaştırma stratejisi olarak nominalizm, yeni bir olgu değil. Kapitalizm, piyasa toplumunun çalışanlara telkin ettiği değersizlik duygusunu hafifletmek için, öteden beri, özellikle ara tabakalar –yönetici sınıf– nezdinde nominalizmi kariyer basamaklarında tırmanma umudunu simgeleyen bir teşvik olarak kullandı. Bu yüzden, beyaz yakalılar arasında da “ürün müdürü” gibi unvanlar hiç eksik olmadı. Ama üretim araçlarıyla birlikte mülkiyet ve sömürü ilişkilerinin de giderek gayri-maddileştiği hizmet ve bilgi toplumunun esnek çalışma koşullarında nominalizm, karşılıksız ve güvencesiz olarak itaat etmesi beklenen kesimlere doğru genişletilerek “demokratik” bir teşvik haline getirildi.

Batı’da bugün “medya dağıtım görevlisi” (gazete dağıtan kişi), “elektronik belge uzmanı”, “geri dönüşüm görevlisi” (çöpçü), “hijyen danışmanı” (tuvaletleri temizleyen kişi), “yüzey temizleyici” (temizlikçi), “facility manager” (apartman görevlisi) gibi unvanlar var.1 Yapılan işin güvencesizliği böyle steril unvanlarla gizleniyor.

Sosyalistlerin bu unvan enflasyonunu göz alıcı, cafcaflı bir yanıltmacadan ziyade bir ideoloji sorunu olarak görmeleri doğru olur. Sosyalizm, maddi koşullarla kurulan ilişkide gedik açmakla yetinmeyip öznenin yaratıcı enerjisini açığa çıkaran yeni bir ilişki biçimini temsil ettiği sürece devrimci bir ideoloji olduğuna göre, yaratıcılığın kurucu unsuru olan dilin başlı başına önemli bir mücadele alanı olarak düşünülmesi gerekir. Unvanların kofluğunu teşhir ederken, prekaryaya kendi kimliğini değerler ve ilkeler ışığında tanımlama olanağı verecek alternatif bir dilin imkânları araştırılmalıdır.

***

Batılı devletlerin prekaryayı ehlileştirme stratejisinin öbür ayağını çalışma/istihdam ideolojisi oluşturuyor. Bu da yeni bir strateji sayılmaz. Çalışmayı toplumsal değer ve statünün kaynağı olarak kodlayıp, aylaklık ve boş zamanı bir sapma olarak tel’in etme çabası, kapitalist ilişkilerin yeniden üretimini sağlayan iktisadiyat öğretisinin –ve bu öğretinin mantığına teslim oldukları için “istihdam”ı kendi başına bir değer ve kazanım sayan sendikaların– öteden beri can simidi olmuştur.   

Ama küresel dolaşım ve rekabetle birlikte, Batılı devletlerin istihdam alanında sınırsız denetim/gözetim arzusunu ketleyen bazı kesimler ortaya çıktı ve bu, görece yeni bir durum. Kayıt altına alınamayan yeni kesimlerin başında göçmenler geliyor. Avrupa ülkelerinde ucuz ve elden çıkarılabilir işgücü olarak güvencesiz işlerin gediklisi olan göçmenler, ekonomik durgunluk dönemlerinde sağ popülizm tarafından hedef tahtasına oturtuluyor. Son on yılda birçok Avrupa devletinin (Fransa, İngiltere, Almanya, İspanya, Macaristan) göçmenleri ekonomiye yönelik en büyük tehdit olarak günah keçisi ilan etmeleri; ana gündemi göçmen düşmanlığı olan neo-faşist partilerin yükselişe geçmesi; Sarkozy, Berlusconi, Orban gibi popülist siyasetçilerin seçim kampanyalarında göçmen prekarya ile yerli prekarya arasındaki kin ve nefret duygularını körükleyen motiflerin bolca kullanılması bunun göstergesi.

Denetim altına almakta zorlandıkları göçmen prekaryayı kriminalize eden Avrupa devletleri kolaylıkla kayıt altına aldıkları halde yaşam boyu istihdam döngüsüne bir türlü dahil edemedikleri “yerli” prekarya karşısında ise çareyi çeşitli dışlama mekanizmalarını devreye sokmakta arıyor. Tıbbı yardıma çağırmak, bulunan “parlak” çözümlerden biri. 2010’dan itibaren İngiliz devleti, İş Bulma Acenteleri’nin önerdiği işleri kabul etmeyenleri önce terapiye gönderiyor; ardından sosyal yardım ödeneklerini, işsizlik maaşlarını kesmekle tehdit ediyor.2 Yani terapi bir sosyal politika aracı olarak kullanılıyor. Buradaki varsayım, bu insanların “iş beğenmeme” hastalığına tutulmuş oldukları. Yapılacak işin niteliği, yaratıcı yeteneklere katkısı, insan onuruna yaraşırlığı gibi etkenleri umursayan yok. Şu durumda, terapiye asıl kimin ihtiyacı olduğunu sormak gerekir.

***

Prekarya böyle tek yazıya sığdırılacak bir olgu değil. Bu yazıda değindiğimiz hizmet sektörü, göçmenler, geçici işçiler (Zeitarbeit) dışında karşılıksız eviçi emek, seks işçiliği, internet işçiliği, bakıcılık, öğrencilik gibi faaliyetlerin yükü de prekaryanın omuzlarında. Bu kesimler arasındaki toplumsal farklılıklar da son derece belirleyici. Batı ve Kuzey Avrupa’da ciddi bir statü kaybına uğramayan orta sınıflarla prekarya sınırlı iken, Türkiye’de hızla güvencesizleşen seküler bir orta sınıf var. Zincirlerinden başka kaybedecek şeyi olmayan sanayi proletaryasının aksine bu sınıf, prekaryaya “gerilemeyi” bir tenzil-i rütbe meselesi olarak görüyor ve kaybedecek çok şeyi, en başta da kültürel sermayesi ve “CV”si var. Onun için, eşitlik fikrini sindirmesi kolay değil; kültürel niteliklerin metalaştığı bir dünyada huzur bulması zor.

Prekarya şimdilik tepki, öfke ve endişe üzerinden örgütleniyor. Kendi kurumlarını, kolektif aklını meydana getirebilmiş değil. Bu haliyle bir tarafı geçmişe öbür tarafı geleceğe dönük olan, başlangıç ve geçişlerin tanrısı Janus’u andırıyor. Prekaryanın geleceğini, salt iktidarı devirmeye aday iktisadi bir krizin habercisi olmakla kalmayıp –kapitalizmin bu krizlere “bana mısın” demediğini artık biliyoruz– toplumsal ilişkileri yeni bir doğrultuya sevk edebilecek ilkeler ve değerlerin öznesi olup olmayacağı belirleyecek. Bu aşamada sola, en çok da sosyalistlere önemli bir görev düşüyor.

 

1 Örnekleri Guy Standing’in Prekarya, Yeni Tehlikeli Sınıf adlı kitabından aldım, s. 37. Standing’in kitabı prekarya üzerine ufuk açıcı bir çalışma; yer yer aşırıya kaçan iktisadiyat vurgusuna rağmen önemli içgörüler sunuyor, yazıyı hazırlarken epey faydalandım. Çev. Ergin Bulut, İletişim, 2014.

2 Guy Standing, kitabın altıncı bölümünde bu mekanizmaların farklı ülkelerde nasıl işlediğini detaylı olarak anlatıyor; a.g.y.