Paris Olaylarından Sonra Türkiye
Murat Belge

Tayyip Erdoğan, Gezi’de gördüğü ilk “aşağıdan gelen” muhalefetle karşılaştı. Daha önce Kemalizm’in yoğun “yukarıdan aşağıya” saldırılarını serinkanlılıkla göğüslemişti. Gezi’de böyle davranamadı. Konuşarak, uzlaşarak gitmek yerine (kimbilir, belki Taksim projesi için verilmiş sözleri vb. vardı) muhalefeti ezerek geçme yolunu seçti. Bununla birlikte toptan bir değişime uğradı. Gerilim siyaseti uygularken doğal olarak demokratik söylemi çöpe attı; ayrıca, Ortodoks bir “siyasi İslâm”a da teslim oldu.

Böyle yapmamış olsaydı, şu Paris olayından sonra, Türkiye çok önemli bir rol üstlenebilirdi. Bu rolü, “İslâm ile demokrasi arasında köprü kurmak” diye özetleyebiliriz. Erdoğan, “Arap Baharı” diye adlandırılan olaylar sırasında “Laiklik iyi bir sistemdir” demekle bu yönde önemli bir adım da atmıştı üstelik. Bu köprü son derece önemli, bu buluşma dünya çapında belirleyici bir buluşma olur. Ama Tayyip Erdoğan’ın bundan böyle bu yönde adım atacak bir durumu yok; Tayyip Erdoğan’ı Cumhurbaşkanı seçmiş bir Türkiye de bu koşullarda böyle bir potansiyele sahip değil.

“Bu işlerin İslâm’la ilişkisi yoktur, olamaz vb.” Bu teraneyi yeniden dinliyoruz. Ama kafa kesenler, cariye satanlar, adam vuranlar “bu işleri” İslâm adına yaptıklarını ilan eden Müslümanlar.

Benimsedikleri tutumun böyle şekillenmesinde İslâm’ın etkisinin –varsa da– ikincil olduğunu düşünenlerdenim. Onları böylesine katılaştıran, vahşileştiren etkenler modern dünyanın modern sorunlarına bağlanarak daha iyi açıklanır. Ama burada İslâm’ın bazı “modern” yorumlarının hiçbir rolü olmadığı da söylenemez. Niçin bu adamların bu kadar çoğu bu dünyadan çıkıyor?

Dolayısıyla sorunun nihaî “yer”i, İslâm dünyası. O dünyada Türkiye, izlediği tarihî çizgiyle, nüfusunun çoğunluğu gayri Müslim olan bir İslâm imparatorluğu olarak yaşadığı yıllarıyla, bütün tuhaflıklarıyla bir “laiklik” deneyimiyle, özel ve farklı bir yere sahip. Gene, aldığı bütün yaralara rağmen, herhangi bir Müslüman toplumda görülenden çok daha köklü bir parlamenter demokrasi geçmişine sahip. Ve Avrupa Birliği’ne aday olan tek Müslüman toplum. Bunlar, sözünü ettiğim o “köprü”nün kurulmasına katkıda bulunmak bakımından, Türkiye’nin özel avantajlarıydı.

Ama Tayyip Erdoğan bu saydığım kazanımları öncelikle kendi ülkesinde tepelemeyi gerektiren bir yol seçti kendine. Bir zamanlar onu dünyaya “model” olarak göstermeye hazır bulunan Batı ile şimdi ancak kavga ediyor. Her durumda Başbakan’ı kolundan çekip kendisi öne fırlayan Tayyip Erdoğan, Paris’teki büyük toplantıda bulunmayı kendine yakıştıramadı. Çünkü Gezi’den bu yana İslâm’la ilgili olarak benimsemeye karar verdiği yeni tutum, böyle bir beraberlikte yer almasına engel. Tabii onun bu gibi tavır ve davranışlarını Batı da izliyor ve değerlendiriyor. AKP iktidarının ilk on yılının iyimser atmosferi çok çabuk dağıldı. Bunu da doğrudan doğruya ve bizzat, Tayyip Erdoğan başardı.

Paris’teki cinayetten sonra, arkaplanında El Kaide, IŞİD gibi örgütlerin eylem yaptığı bugünün dünyasında, Batı görünür, hissedilir şekilde değişecek, savunmaya geçecek. Bu savunma durumunda herkesin birbirinden haberdar olması ve konsensüs içinde davranması çok önem kazanacak. Batı bu konjonktürde Türkiye’yi kaybetmek istemeyecektir. Ama aynı zamanda, bu iktidara, bu yöneticilere güvenle bakamayacaktır. Olaylar tırmandığında, Tayyip Erdoğan gibi birinin nerede duracağından emin olamayacaktır.

Türkiye’nin tarihinde olmayan bir şey uluslararası arenada dünya barışına katkıda bulunmak. “Barışa katkı”, “uluslararası rol oynama”nın en güzel biçimidir; “kuvvetli ordu sahibi”, “nükleer güç”, “ekonomik dev” vb. olmaktan çok daha şerefli bir konumdur. Ama, bu siyaset üslubuyla Türkiye böyle bir rol üstlenme fırsatını kaçırdı.