Reform değil, devrim istiyor
Pınar Öğünç

Koca kara gözler, dünyayı hakikaten değiştirmeye yeltenenlere mahsus bir özgüven ve öfke, sanki bu ikisiyle daha da kabarmış afro saçlar... 1970’lerde “Angela Davis’e özgürlük” posterlerinde, kampanya afişlerindeki hali. İsmi FBI’ın en çok arananlar listesine girmiş bir ‘terörist’ olarak ölüm cezası alabilecekken yahut kalan hayatını parmaklıklar ardında geçirme ihtimali varken bütün dünyada onun için eylemlerin yapıldığı, şarkıların yazıldığı dönem.

2007’de çıkan bir söyleşisinde genç kadınların tişörtlerinde ‘70’lerdeki kendi halini görüşünü anlatıyor Angela Davis. Onlar için manasını bizzat o genç kadınlara sormuş ve o gün de imajının bir popüler kültür nesnesi olarak tüketimine hayıflanmaktan vazgeçmiş. “Çünkü aslında o tişörtlerdekinin benimle ilgisi yoktu. O kadınlar için benim görüntüm, olmak istediklerinin temsiliydi. Onlara güç verdiğini söylüyorlardı” diyor. Aynı söyleşide bir kuşağın onu “saç modeli” olarak tanıdığını da anlatıyor ama. Angela Davis saçı... Böyle bir şey varmış.

Kölelik ile soykırım arasındaki bağ

ABD’de ırkçı şiddetin her türlüsünün ortasında büyümüş, siyah özgürlük hareketinin parçası olmuş, bir buçuk yıl geçirdiği cezaevi dönemiyle tüm dünyanın tanıdığı devrimci, komünist, feminist Angela Davis, (Boğaziçi Üni. Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler, Sosyoloji ve Tarih Bölümleri ev sahipliğinde yapılan) Hrant Dink İnsan Hakları ve İfade Özgürlüğü Konferansı’nın bu yılki konuşmacısıydı. Yüzündeki hatlar derinleşmiş, o kabarık saçlar bukleler halinde yerçekimi yönüne dönmüş, baki kalan öfkesiyse yaşının verdiği olgunlukla ilham verici bir kaynağa dönüşmüş.

“Belki zamanında benim kampanyama destek verenlerin çocukları, belki torunları burada” dedi bir ara gülerek. Zaten tarihe nasıl geçmek istediği sorulduğunda şahsıyla değil o inanılmaz destek kampanyasıyla hatırlanmak istediğini söylüyor. Cuma günkü konuşmasının dışında, küçük bir gazeteci grubu olarak kendisiyle buluşma şansını bulduk. Zihnimin zıpladığı şekilde, daha ziyade kendi kelimelerimle bu iki günden birkaç noktayı cımbızlayacağım.

Davis’in konuşmasının başlığı “Ulusaşırı Dayanışmalar: Irkçılık, Soykırım ve Yerleşimci Sömürgeciliğe Direnmek”ti. 1950’lerden bugüne tarihselliği içinde ırkçılık, kölelik ve soykırım arasında kurduğu bağ önemliydi. Bugün hâlâ siyahlara yönelik ırkçı devlet şiddetinin temelinde kölelik döneminin kalıntıları vardı ona göre. Keza kolektif hafızada yarattığı hasarla, asimilasyon mekanizmalarıyla, sağ kalanları mahkûm ettiği “sosyal ölüm”le kölelikle soykırım tarifi arasında bağ kuruyordu. Türkiye’nin 100. yılına gelinmiş Ermeni Soykırımı’nı konuşamayışı gibi, Amerika’da da soykırım ve kölelik üzerine konuşmanın doğru yollarını bulamamaktan yakındı. “Ötekinin hikâyesi dediğimiz genelde kendi hikâyemizdir” diyordu. Ama belki de iki ülke arasındaki temel fark, sosyal bir dönüşüm için farz gördüğü ifade özgürlüğüydü. Herkes korkmadan fikrini beyan edebilecek, bu bir merhale, ondan sonra da başka zorlu bir süreç...

Kölelik ve soykırım mevzularını konuşurken tehlikeli gördüğü “kurbanlaştırma” perspektifinin hemen ardına her tür hak arayışında tökezlemeye neden olan “bireyselleştirme” meselesini koyabiliriz. Örneğin geçen yaz Ferguson’da ırkçı polis şiddeti ve buna tepki olarak yükselen olaylarda böyle bir “bireyselleştirme” meselesine işaret etti Davis. Elbette ki Michael Brown’u, Eric Gardner’ı öldüren tek tek şahıslar cezalandırılmalıydı ama onların faillerinin ceza alması için yapılan kampanyalar sırasında ölenler, üstelik de ismi dahi bilinmeyen o diğerleri ne olacak? Yahut tek bir polis memuru işlediği cürümden dolayı ceza aldığında sorun çözülecek mi?

Polisin militarizasyonu sorunu

Angela Davis, kurbanların ve de faillerin bireyselleştirilmesine itirazla bizi bu noktaya getiren yapısal sorulara karşı politik muhalefet yükseltilmesinden yana. Ferguson denilen küçücük kasabada polislerin niye ağır silahları var? Neden bütün dünyada polis aldığı eğitimden teçhizata, hâkim zihniyete gittikçe daha fazla militerleşiyor? Polis şiddetine buradan yükselmeyen muhalefetin güçsüz kalacağını söylüyor. Halklar arasındaki hakiki dayanışma da bu mantıkla kurulmalı ona göre.

Meselelerin ilişkilendirilmesi ve itirazın temele yönelmesi, söz ettiği hak mücadelelerinin kesişmesi gerekliğini de sağlıyor. (Feminist teorinin bu anlamda sağlayacağı çerçeveyi salık veriyor herkese.) Örneğin Charlie Hebdo saldırısından sonra güvenlikçi zihniyetin nasıl yükseleceğini, G4S gibi bu alanda dev hale gelmiş ulusaşırı şirketlerin kendilerine nasıl vazife çıkaracağını bizim onlardan önce görmemiz gerektiğinden bahsediyor. (11 Eylül teşbihinden yola çıkarak Fransa’nın ABD’nin zamanında düştüğü “terörizmle savaş” tuzağına düşmemesini umuyor bu arada.)

Angela Davis, ‘70’lerden bu yana koşulların iyileştirilmesi falan değil, toptan cezaevlerinin kaldırılması, suçu doğuran etkenlere dair sosyal önlemlerinin alınması üzerine çok kimsenin “ütopik” bulduğu bir kampanyanın da öncülüğünü yapıyor. Bu tüm hak mücadelelerine yaklaşımının da hülasası gibi. Reform değil, devrim istiyor.