Bir Gençlik Miti olarak Akademi ve "Ne Ders Olsa Veririz"
Cem Mert Dallı

Üniversite mezunlarının küçük bir azınlığı temsil ettiği yıllarda geniş kabul gören ve o dönem için bir doğruluk payı da içeren diplomanın altın bilezik olduğu fikri, şimdilerde mitleşerek de olsa popülerliğini koruyor.  Diploma sahibi olmanın uzun yıllar boyunca başlı başına ayırt edici bir vasıf, maharet ve itibar nedeni sayılmasında, kamusal eğitimin niteliksizliği ve fırsat eşitsizliğinin en ağır şartlarda yaşandığı yıllarda üniversiteye adım atma şansına sahip az kişiden biri olmanın kuşkusuz önemli bir payı vardı.  Bugün diplomayı değerli kılan bu koşullar büyük ölçüde geçerliliğini korusa da diplomalıların sayısındaki enflasyonun, vasıflı emeğin aşırı esnek ve güvencesiz koşullar altında değersizleştirilmesinin bir sonucu olarak, diplomanın hayat kurtarıcı rolünden söz etmek mümkün değil.

Büyük çoğunluğu üniversiteleri bir meslek edinme aracı olarak gören, kendinden bir önceki nesildeki diplomalıların yaşam standartlarına sahip olma hayaliyle okuyan genç üniversiteliler/üniversite mezunları için, diplomalılar arasındaki yükselen işsizlik oranları ve beyaz yakalı olma “şansına” erişenlerin yaşadıkları prekaryalaşma süreci bir kâbus anlamına geliyor.  Nitekim bu kaygı, gençlerin lisans eğitiminin birinci sınıfından itibaren uluslararası şirketlerde ücretsiz staj imkânı araması, iyi bir stajın okuldan daha öncelikli faaliyet haline gelmesi, üniversitedeki sosyal etkinliklerinin işletme-ekonomi kulüplerine ve bu kulüplerin düzenlediği kariyer günlerine endekslenmesi olarak üniversite yıllarına da önemli ölçüde yansıyor. Bu eğilimlerin arkasındaki temel motivasyon ise, Türkiye’deki beyaz yakalı işsizliğini net biçimde özetleyen “Boşuna mı Okuduk?” sorusunu sormadan, prekaryalaşan beyaz yakalılardan biri olabilmek.

“Boşuna mı Okuduk?” sorusu, piyasa koşullarında bulunacak iyi bir beyaz yakalı pozisyonunun dahi ne tür dezavantajlar içerdiğinin farkında olan ve bu koşullarla yaşamak istemeyenlerden bazıları için başka bir anlam daha taşıyor. Hayatının büyük bölümünü çeşitli okullarda geçiren, entelektüel faaliyetlerden zevk alan gençler için “Boşuna mı Okuduk?” sorusu bu entelektüel faaliyetlerden uzaklaşmaya karşı bir itiraza, yeni araştırmalar ve bilgi üretimi için olanak sağlayacak bazı temel nitelikleri ve birikimi edindikten sonra bu kazanımları kullanamayacakları işlerde çalışmayı redde dönüşüyor. “Akademinin diğer sektörlerin anti-tezi veya onlardan bir kaçış olarak görülmesi”[1], akademisyenliğin ekonomik dezavantajlarının üzerinin manevi tatmin duygusuyla örtülmesini de kolaylaştırırken, üniversite mezunlarının akademiye yönelmesinin arkasındaki başlıca nedenlerden biri haline gelmiş durumda.

Aslı Vatansever ve Meral Gezici Yalçın’ın kısa süre önce yayımlanan, vakıf üniversitelerindeki prekarizasyon süreçlerini ve akademisyenlerin çalışma koşullarını inceleyen çalışması “Ne Ders Olsa Veririz”, bir tür kurtarılmış bölge gibi görülen akademinin piyasadaki emek dönüşüm süreçlerinin ne kadar dışında kaldığını sorguluyor ve vakıf üniversitelerinin vasıflı emeği değersizleştirmede diğer sektörlerden geri kalmadığına dikkat çekiyor. Genç diplomalıların hayallerinde, piyasaya kıyasla daha bağımsız bir çalışma alanına ve esnek çalışma koşullarına sahip, araştırmaya odaklanmış, mesleki ilerlemede liyakatin riyakârlıktan daha belirleyici olduğu, saygın bir iş olarak görülen akademisyenliğin sanılanın aksine ağır bir emek sömürüsüne dayandığı ve güvencesizleştirme başta olmak üzere kötü koşulların çeşitli yollarla meşrulaştırıldığı ortaya konuyor. Kitapta yer alan görüşmecilerden birinin kullandığı metafor, araştırmaya vakit ayıramayan ve yeterli yayın, ödenek ve çalışma odasından yoksun olan akademisyenlerin, güvencesiz çalışma koşullarını kabullenmek zorunda kalışını, öğrenilmiş çaresizliği özetliyor: “Kurbağayı suya atarlar ve yavaş yavaş ısıtırlar ki piştiğinde anlamasın kurbağa, tam öyle hissettirdi”[2].

Vakıf olma iddiası taşıyan ve kamu yararını esas alması, araştırmaya öncelik tanıyıp kâr amacı taşımaması beklenen üniversitelerde, ihaleler yoluyla üniversite kaynaklarının dışarıya aktarılması, akademisyenlerin haftada 15 saatten fazla araştırma alanı dışında ders vermeye zorlanması, idari pozisyonların ve maaşların belirlenmesinde en önemli kıstasın mütevelli heyetiyle kurulan yakın ilişkiler olması gibi koşullar, akademinin bir kurtarılmış alan olduğu fikrini boşa çıkarıyor. Rektör yardımcısının mütevelli heyeti başkanının emriyle okula girişinin engellenmesi, doktorasını yeni bitiren bir asistanın “patron”un yeğeni olduğu için aynı gün yardımcı doçent ve dekan yardımcısı yapılması gibi onlarca örnek, vakıf üniversitelerinin kurumsallaşamamış bir aile şirketinden öteye gitmeyen şartlara sahip olduğunun işareti. YÖK’ün yeterli altyapısı olmayan bölümlerin açılmasına izin verilmesine ve kamera kayıtlarıyla belgelenen evrak hırsızlığının hasıraltı edilmesi gibi vakalar ise, akademinin temel ilkelerinin defalarca kez ihlal edilmesine devletin nasıl göz yumduğunu ve bu vizyonsuzluğu desteklediğini gösteriyor.

Peki, “sözde” vakıf üniversitelerini, günümüz koşullarında orta büyüklükteki bir ticari işletmenin dahi sahip olması gereken yönetim yapılarından ve ilkelerden kimi zaman geri kalmasına rağmen, ayaktan tutan nedir? Akademisyenler prekerleşmeyi manevi tatmin, adanmışlık ve gönüllü çilecilik gibi akademik mitler aracılığıyla meşrulaştırmazsa, vakıf üniversiteleri bu koşullar altında var olabilir mi? Bir başka görüşmecinin sözleri, kabullenilmiş sömürünün ve mitlerin bu sistemi sürdürülebilir kıldığını gösteriyor: “Sistemin çok büyük sorunu var, fakat bu sisteme insanlar yardım ediyor”.[3]

Devlet üniversitelerinde yaşanan kadrolaşma ve tasfiye girişimleri, mobbing ve idari soruşturmalarla birlikte düşünüldüğünde, “Ne Ders Olsa Veririz”’de anlatılan hikâyeler, bugün gençler arasında geçerliliğini koruyan üniversite ve akademik yaşam hayalinin pratikte karşılık bulamadığını bir kez daha göstermesi açısından önemli. Akademide karşılaşılan birçok problemin yansıtılanın aksine bireysel vakalar olmadığı ve bazı genel sorunlara işaret ettiğinin anlaşılması, fazlasıyla idealleştirilmiş akademi algısının bir gençlik miti olmaktan öte gitmediğinin farkına varmamızı sağlayacak. Aksi halde, doktora mezunlarının sayısındaki hızlı artışla birlikte kızışan akademik kadro rekabeti, uzun vadedebu mitle daha sert bir biçimde karşılaşılmasına yol açacak ve “Boşuna mı Okuduk?” sorusunu beyaz yakalı işsizliği anlamında tekrar sorduracak.

 


[1] Aslı Vatansever ve Meral Gezici Yalçın, “Ne Ders Olsa Veririz”, s.259, İletişim Yayınları, 2015.

[2] Age, s.248

[3] Age, s.254