Yarım Kalmış Arzu ya da Bir Yenilgi Hikâyesi: Pinokyo
Derviş Aydın Akkoç

İtalyan yazar Carlo Collodi’nin Pinokyo karakteri, kapitalist toplumun “çalışma” dayatmasına karşı “umutsuz ve mutsuz bir direniş”1 sergiler. Zavallı Pinokyo’nun çalışmaya karşı geliştirdiği “içsel” direniş, “dışsal” gerçekliklerden ötürü amacına ulaşamaz: Aylaklık. Aylaklık düşlerini sürdürme imkânının hayli zayıf olduğu bir toplumsal kesimden geliyor olmasıyla alakalıdır bu: Yoksullar. Pinokyo “kukla” olduğu kadar yoksuldur da. Ama sınırları aşan aylaklık düşleri, önünde sonunda yoksulların harcıdır. Yoksullar karınlarını doyurmak için “ekmeklerini taştan çıkarırlar.” Bu doğru. Ama “eli işte, gözü oynaşta” olanlar da yine yoksullardır. Elin işteyken gözün oynaşta olması, “çalışma cehennemi”nden bir anlığına da olsa sıyrılmak, firar etmek, yani hayal kurmaktır. Efendilerin kölelerde görmek istemedikleri en tehlikeli şey, kölelerin hayal kurması olsa gerek. Nitekim hayal kurma faslı, sonu hüsranla bitecek de olsa isyanların, reddedişlerin, itirazların bir adım öncesidir. Sermayenin “iplerini” dişlerinde tutan burjuva sınıfının, çalışanların elini denetim altına alırken, gözlerine perde indirmekle (ideolojiyle) uğraşması boşuna değildir. Çalışan özne (işçi/emekçi), hiçbir surette işini bırakıp da hayal âlemine dalmamalı, düşlerle oynaşmamalıdır. Aksi takdirde Pinokyo gibi ıstıraplara gark olur.

Nasıl da yadırganır “ekmek elden, su gölden” yaşamak! Çalışmanın “zorunluluk” olduğu bir dünyanın düsturunun “çalışmayana ekmek yoktur,” olması da anlaşılırdır. Her şeye katlanılır ama “tembellik” kaldırılamaz. Kapitalizmin kendini duyurduğu 15 ve 16. yüzyıllardan itibaren serserilere, aylaklara yaşam hakkı tanınmamıştır. İş gücü olamayanlar posa muamelesi görür. Kapitalizm, çalışma edimini “özgürlük” ve “ibadet” gibi laflarla ambalajlamıştır. Demek bu sistemde çalışmayanlar köledir, dahası günah (suç) işlemektedirler. Hal böyle olsa da, emeğin sömürü düzeninden kurtuluşu aynı zamanda bir “aylaklık düşü” sorunu olmaya devam eder.

Çocukluk: Ütopik Arzuların Filizlenme Devri

Bu garip ve tatlı düşün mayası çocuklukta atılır. Malum, insan tekinin hayatında çalışmanın olmadığı iki dönem vardır: çocukluk ve yaşlılık. Çocukluk, modern toplumlarda yıllar sonra gelecek çalışma sürecine hazırlık evresidir. Bedenen ve manen serpilmenin, “yetişkinlerin” dünyasına adım atmanın başlıca belirtisi, “alın teri”yle kazanılan ilk ekmekte açığa çıkar. Aileler okulu, terbiyeyi, ahlakı, disiplini telkin ederler çocuklara. Hepsi de çalışmak içindir bunların. Pinokyo her türden çalışmayı reddeden fakat “temiz yürekli” bir çocuktur. Babası Gepetto’nun “hayırsız evlat”2 ithamına maruz kalır mütemadiyen. Kolay değildir “hayırsız evlat” ithamını etkisizleştirmek, hele de yoksulluk ve sefalet hüküm sürüyorsa. Bir an evvel çalışmaya koyulmalıdır: “çünkü çocuklar da anlar yoksulluğu, gerçekten yoksulluksa eğer.”3

Ne var ki, biraz da yoksulluktan kaçmaktır Pinokyo’nun derdi. Yoksulluğun kasıp kavurduğu hanenin duvarlarını aşmak, uzaklara açılmak, içinde arzunun kendini gerçekleştireceği bir yer aramak. Herkesin çocuk olduğu, sabahtan akşama kadar eğlencelerin hüküm sürdüğü şu “Oyuncaklar Ülkesi” ne de güzel bir imgedir! Bu imgeler uğruna “tahta ayaklarını sokağın taşlarına” vurarak oradan oraya sıçrar, evi defalarca terk eder Pinokyo. Fakat Carlo Collodi, Pinokyo’nun burnundan fitil fitil getirir bu haylazlıkları. Evden kaçtığı, daha da vahimi çalışmak istemediği için, her ne kadar “temiz yürekli” olsa da artık “kötü bir çocuktur” Pinokyo. Baba ocağından ayrılmadan önce, “öğütlerini” kulak arkası edeceği Ağustos Böceği’ne rastlar mesela. Koşulsuz itaatin salık verildiği bir toplumsal ve iktisadi düzenin sağduyusudur Ağustos Böceği. Pinokyo’ya verdiği “öğütlerde,” bir felaket tellallının hınçla karışık zevkli sesi yankılanır:

“Ana babasına karşı gelen, huysuzluk yapıp baba evinden ayrılan çocukların vay haline! Dünyada rahat yüzü görmeyecekler, acı acı da pişman olacaklardır er geç.”

Yaramaz Pinokyo, Ağustos Böceği’ni dikkate almaz. Çalışmaktan, yorulmaktan, disiplin altına alınmaktansa aylaklıktan yana atar zarını: 

“Sen istediğin gibi öt, Ağustos Böceği. Benim de bildiğim bir şey varsa, yarın sabah şafakla buradan gideceğimdir. Çünkü burada kalırsam, bütün çocukların başına gelen şey gelecek başıma, yani okula gönderecekler beni ve istesem de, istemesem de ders çalışmam gerekecek. Bense, içtenlikle söyleyeyim sana, ders çalışmak için en küçük bir istek bile duymuyorum; kelebek kovalamakla, ağaçlara tırmanıp yuvalardaki kuş yavrularını toplamakla daha çok eğlenirim. (…) Dünyadaki bütün sanatlar, işler arasında yalnız biri hoşuma gidiyor: Yemek, içmek, uyumak, eğlenmek ve sabahtan akşama kadar başıboş yaşamak sanatı.”  

“Başıboş yaşamak sanatı,” getirisi olan bir sanat değildir. Üstelik tehlikeli bir sanattır. Ağustos Böceği, Pinokyo’nun radikal çıkışına son bir tehditle mukabelede bulunur: “Senin bu sanatını yapanların hepsinin sonu ya hapishane, ya da hastane olmuştur.” Aylaklık, kaçınılmaz olarak iki kurumdan biriyle –bazen ikisiyle de- yüz göz olmakla sonuçlanacaktır. Olaylar ilerledikçe, yani Pinokyo kendisine verilen nasihatleri unutup da “burnunun dikine” gittikçe, hapishaneye de düşecektir ama daha ilk adımda “açlık” peyda olur, hem de “kurt açlığı.” Pinokyo oracıkta ve derhal öğreniverir açlığın nasıl bir dert olduğunu: “Ah, ne kötü bir hastalıkmış bu açlık.”

Buradan sonrası Pinokyo açısından trajiktir. Gelgitli bir ruh hali içinde kalır. Her deneyim pişmanlığa dönüşür. Pişmanlıklar silsilesi aylaklık düşlerini karartır. Baba evinden ayrıldığı için pişmandır: “bugünden sonra iyi bir çocuk olacağım. Bir sanat öğrenecek, yaşlılığınızda sizin dayanağınız olacağım. Hemen okula gitmek istiyorum.” Kötü çocuktan iyi çocuğa terfi etmek, yenilginin işaretidir. Ütopik arzu geri çekilir, bunun yerine boyun eğilmesi gereken gerçeklik ön plana çıkar. Yoksulluğun aşılması, kukla olmaktan çıkmak, yani insan olmak için çalışmak zorunda olduğunu kavrar Pinokyo. Büyümek, bir an önce ve sadece büyümek ister. Baba ocağına olduğu kadar ana kucağına da özlem duyar tabii. Hep son anda yetişen kurtarıcı Peri, Pinokyo’nun anne özlemini temsil eder. Kısacası onca yaramazlıklardan, hatalardan ve serüvenlerden sonra mutlu son çalışmanın ve otoritenin kabulüyle gelir: “İnsanlığa giden yol, kuklaları yoksulluğa mahkûm eden koşullara itiraz etmemekten geçer.”4  Carlo Collidi, sıkıcı bir ahlak öğretisine dönüştürür anlatısını. Hepimizin başına gelen şey gerçekleşir: Kukla çocuk nihayet büyür ve insan olur. Anne ve babaya saygı, efendilere itaat tartışılmaz bir hal alır.

***

Gelgelelim bu yenilmiş çocuk-luk imgesi de aşılacaktır. Aylaklık düşlerini “özgürlük düşleriyle” kaynaştıran, çalışmaya olduğu kadar büyümeye de direnen bir başka çocuk doğacak; Pinokyo’da yarım kalmış olan ütopik arzu tamamlanmaya doğru epey bir yol kat edecektir: Peter Pan’den bahsediyorum.

 


1 Cemal Bâli Akal, Hukuk ya da Kukla Tiyatrosu: ‘Edebiyat ve Hukuk’ Yazıları, Ankara: Dost Kitabevi, 2014, s. 12.

2 Carlo Collodi, Pinokyo, çev. Egemen Berköz, İstanbul: İş Bankası Yayınları, 2013, s. 9.

3 Carlo Collodi, a.g.e., s. 20.

4 Cemal Bâli Akal, a.g.e, s. 13.