Hani Bunun İlk Sahibi?
Aksu Bora

Grinin 50 Tonu, sevgililer gününde vizyona girdi. Fragmanı tıklanma rekorları kırmıştı, hem kitap hem de film için fan grupları kuruldu, filmin kadın düşmanı olup olmadığı üzerine kafa yoruldu, kadınların tecavüz fantezisi hakkındaki erkek fantezileri “masaya yatırıldı”… Kitap (ve film), genç ve toy bir kızın zengin ve yakışıklı ve tabii ki çocukluğunda örselenmiş olan erkeği aşk yoluyla ehlileştirmesinin hikâyesini anlatıyor- biraz bdsm, biraz gözyaşı… Dünyanın dört bir köşesinde milyonlarca kadının ilgisini çekebilmiş, satış rekorları kırmış bir kitaptan söz ediyoruz. Üstelik metnin berbat olduğu konusunda fanlar dışında neredeyse herkesin hemfikir. İdeolojik meselelere gelemiyorsunuz bile, o kadar berbat yani!

Çok satanlar, çok sattıkları için değil de üretilme ve tüketilme koşullarının özellikleri nedeniyle ayrılırlar edebiyattan. Yazar ve okurun yerini üretici ve tüketici almıştır. “Edebiyat çevresi”nden değil, sektörden söz ederiz. Seri üretim, dağıtım ve pazarlama stratejileri, “tutan” kalıplar… Romans türü endüstrileşmenin en berrak görüldüğü alt tür olabilir- milyonlarca dolarlık bir piyasadan konuşuyoruz sonuç olarak. Romansın endüstrileşmesi kadınlık arzularının yansıması mı yoksa kurucu bileşeni midir türü tartışmalar bir yana, Grinin 50 Tonu’nun tuhaf ve şaşırtıcı hikâyesine bakalım isterim. Mills and Boon’un seri ve kitlesel üretiminden Grinin 50 Tonu’nun “tüketici odaklı” perspektifine geçişe.

Mills and Boon (ya da onu satın alan Harlequin), Ford fabrikası mantığıyla çalışan bir endüstriydi: Şirkete sözleşmeyle bağlı ve belirli bir zamanda belirli sayıda kitap üreten yazarlar, kitlesel üretim, pazarlamacılar ve geniş bir dağıtım ağı. Yazarlar ne de olsa hikâyeler üretiyorlardı, bant sistemindeki işçiler kadar isimsiz değillerdi elbette ama onlara benzerlikleri, farklılıklarından çoktu: Üretilecek mamulün koşulları belirlenmişti bir kere: Sayfa sayısı, temel kalıplar, kadınla adamın kaçıncı sayfada karşılaşıp ne zaman yatağa girecekleri… Dolayısıyla, “yaratıcı emek” ve “özgünlük” üzerine bir şeylerin söylenmesinin gayet zor olduğu bir sektördü bu. Özgünlük tartışması bildiğim kadarıyla 1960’larda Georgette Heyer’in Barbara Cartland’a açtığı dava da bitmişti zaten çoktan[i]. Tıpkı Burger King hamburgerleri gibi, bu ürünlerde de özgünlük ve biriciklik değil, tersine, öngörülebilirlik, tanıdıklık ve standarda uygunluk önemliydi.

Grinin 50 Tonu, bu standardizasyon-seri üretim mantığında bir sıçramayı temsil ediyor; Ford sisteminden Toyota’ya geçiş gibi bir şey! Tüketici odaklılığın uç noktasına gidip okurların metnin yazımına katılmaları mı dersiniz, kitabın önce sipariş üzerine çoğaltılmak üzere e-kitap olarak yayınlanması mı… Ama bence en tuhaf ve heyecanlı yönü, özgünlük iddiasından tamamen vazgeçmesidir… İddiadan vazgeçmek ne kelime, tam da özgün olmadığı için özgündür!

Bir televizyon yapımcısı olan Erika Leonard’ın, neyin çok satacağına dair epey bir şeyler bildiğini varsayabiliriz. E.L. James müstearıyla Master of Universe diye bir metin yazıp fanfiction’a saldığında, bir bildiği vardı muhtemelen. Bu fanfiction denen site, daha önce yazılmış metinler (genellikle romanlar) üzerine kendi metninizi yazdığınız, eğlenceli bir yer. Austen’in Emma’sına gıcık mı oldunuz, hiç sorun değil, metni yeniden yazıp verirsiniz cezasını. Yahut Harry Potter’ın aslında Voldemort’un oğlu olduğuna ilişkin bir fanteziniz mi var, yazın gitsin. İşte Erika Leonard da böyle yapmış ve Twilight serisinin karakterlerini almış, onlarla yeni bir metin yaratmış. Fanfiction sitesinde müthiş popüler olup dünya kadar yorum ve eleştiri aldıktan sonra, oradan çekip kendi web sitesinde, sipariş üzerine çoğaltılan bir e-kitap olarak yayınlamış (sıfır stok, sıfır maliyet!). Twilight’ın da vampir literatürünün seyreltilmiş bir hali olduğunu düşünürsek, bu Master of Universe’e tavşanın suyunun suyunun suyu diyebiliriz sanırım. Ama ne gam! 2012’de kitabın yayın haklarını Random House alıp yayınladığında, alıcılar zaten hazırdı çoktan. Harika bir ön pazarlama çalışması yapılmıştı bile.

“Tekniğin olanaklarıyla yeniden üretilebildiği çağda sanat eseri” hakkında konuşurken Benjamin bir aura yitiminden söz etmekteydi. Sanat eserinin biricikliği, orjinalliği ile birlikte onu saran auranın (ve otorite de!) yavaşça kalkması, ona heyecan veriyordu; sinemayı büyüleyici bulması bundandı mesela. Sanatın “demokratikleşmesi”nin varacağı noktayı tahmin edebilir miydi, bilmiyorum. Orjinallik fikrinin neredeyse bütünüyle anlamsız hale geleceğini? Sanatın ne olduğu hakkındaki o eski ve verimli tartışmanın yepyeni kelimelerle devam edeceğini?

“Patent ve telif hakları”, 21. yüzyılın önemli düğüm noktalarından biri olacak gibi görünüyor[ii]. Sadece sanatsal yaratıcılık ve özgünlükle ilişkili bir düğüm de değil üstelik. Diyelim yüzlerce yıldır sizin kabilenizin bildiği bir sağaltıcı bitkinin reçeteye bağlanması[iii] da bu düğümlerden biridir, gen patentlemesi de. Tam da böyleyken, fotoğrafların, resimlerin, metinlerin, karikatürlerin… kolektif ürünlere dönüşmesinde tuhaf bir şey yok mu? Açıklanmaya muhtaç bir şey?


[i] Kahramanlarının isimlerini çaldığını iddia etmişti ve haklıydı. Yılda ortalama beş kitap “üreten” birinden söz ediyoruz bir yandan da- çalmasın da ne yapsındı?!

[ii] Bu konuda iyi bir yazı için Amargi Dergi’nin 17. sayısında, Ayşe Çavdar’ın “Mülkiyet Sınavından Geçmek”ine bakabilirsiniz. http://www.amargidergi.com/yeni/?p=1063

[iii] Comaroff&Comaroff, Ethnicity Inc. (2009) University of Chicago Press. Toplulukların “gelenek”lerini ilaç reçeteleri ya da dokuma desenleri gibi ürünler biçiminde patentlemeye çalışan şirketlerin muhatabının kim olduğunu da tartışıyorlar! Kültürün “fikri hakları” kime aittir?