Yalancı Pehlivan
Arzu Yılmaz

Babaannem, ortaya bir sorun çıktığında, yapmayacağı ya da yapamayacağı halde kendini öne çıkarıp sanki sorunu çözecekmiş gibi yüksek perdeden atıp tutan insanlara “yalancı pehlivan” derdi. AKP’nin en son Şah Fırat operasyonuyla düştüğü durum, bu sözü bir kez daha hatırlamama vesile oldu.

Operasyonun ayrıntılarına ya da muhtemel sonuçlarına geçmeden önce, sanırım şu tespiti yapmak yerinde olur. Türkiye, tam da yalancı pehlivan misali, Ortadoğu’da lider olacağım ve Türkiye merkezli bir medeniyet projesi geliştireceğim derken, iş er meydanında güreşmeye geldiğinde minderden kaçtı. Şimdi, bu tespitten yola çıkarak “Türkiye ne yapsaydı yani, Süleyman Şah Türbesi’ni korumak uğruna görevli askerlerin IŞİD’in eline rehin düşmesine seyirci mi kalsaydı?” demenin bir anlamı yok. Zira bu operasyonun açığa çıkardığı bazı sonuçlar, Süleyman Şah türbesinin korunması meselesinin çok ötesinde.

Her şeyden önce Türkiye, kendini biricik ve mutlak güç olarak konumlandıran politikasını, Ortadoğu’ya ihraç etme pozisyonunu kaybetti. Bugün gelinen nokta, Türkiye dışında şekillenen bir Ortadoğu politikasına karşı savunmacı ve ön alıcı bir refleksin geliştiğine işaret ediyor. Bu bağlamda, Şah Fırat operasyonu yalnızca görevli askerlerin güvenliğini sağlamaya dönük bir hamle olmaktan çok, Türkiye’nin Suriye iddialarından vazgeçtiğinin dolaylı bir göstergesi. Malum, “Esad’ın çözümün bir parçası” haline geldiği Suriye’de, artık Türkiye’nin argümanlarının bir geçerliliği yok. Bir başka ifadeyle, Türkiye hamasi söylevlerle dış politika yapma taktiklerinin sınırlarına dayandı: ya IŞİD’e karşı oluşan uluslararası koalisyonun bir parçası olacak ya da Zbigniew Brzezinski’nin yorumladığı gibi “bu koalisyonun dışında kalmanın bedelini ödeyecek”. Öyle görünüyor ki, Türkiye içine düştüğü bu yaman çelişkiden Suriye bağlamında daha pasif bir tutum izleyerek sıyrılmaya çalışacak. Düşük profilde bir “eğit-donat” işbirliği aktifleştirilirken, Türkiye’yi Esad ya da IŞİD güçleriyle karşı kaşıya getirmesi muhtemel Süleyman Şah riskini de “geçici çözümlerle” bertaraf edecek.

Bu arada, Şah Fırat operasyonu sırasında YPG ile yapılan işbirliği de bu pasif tutumun bir başka işareti. Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü “PYD bizim için bir terör örgütüdür” diye dursun, ortaya çıkan bilgiler Süleyman Şah türbesinin boşaltılması planlarının Rojava yönetimiyle birlikte yapıldığını ve kotarıldığını açıkça gösteriyor. Üstelik Rojava yönetiminin iddiasına göre bu planlamalar yalnızca sözkonusu operasyonla da sınırlı değil. ANF muhabiri Amed Dicle’nin verdiği haberlere göre “Türkiye ve Rojava arasındaki komşuluk ilişkilerinin bundan sonra nasıl yürütüleceği” de Salih Müslim’in Ankara ziyareti sırasında masada tartışıldı. Dicle’nin 23 Şubat 2015 tarihinde IMC TV’de Ayşegül Doğan’la Gündem Müzakere programında söyledikleri, bu tartışma sonucu varılan mutabakat hakkında önemli ipuçları taşıyordu. Dicle, Türkiye’nin son zamanlarda Kobane’ye yardımların ulaştırılması konusunda engelleyici bir tutum takınmadığını ve önümüzdeki süreçte de hem yardımların ulaştırılması hem de Kobane’nin yeniden inşası için gerekli lojistik desteğin sağlanmasında kolaylık göstereceğini söyledi. Ezcümle, Esad rejimine ve Rojava yönetimine karşı Türkiye’nin takındığı taviz vermez tutumun, resmen ilan edilmese bile, pratikte daha yumuşak seyredeceğini öngörmek mümkün.

Peki, bu tutum özellikle çözüm süreci bağlamında ne anlama gelecek?

AKP’ye yakın kaynakların yaptığı yorumlar arasında en dikkat çekici olan, “Türkler ve Kürtler ittifak etse Ortadoğu’nun dengesi değişir” tespitiydi. Aslında bu tespit yeni değil. Zira İmralı süreci de “Türkleri ve Kürtleri Ortadoğu’nun iki temel stratejik gücü” olarak kabul eden bir anlayış üzerine inşa edilmişti. Ancak, iki yılı aşkın bir süredir devam eden deneyimin bu anlayışa uygun düşmediği ortada. Hal böyleyken, şimdi işlerin rayına oturacağına dair bir umut taşımak kolay değil. Ama gelen haberler, tam da bu son gelişme üzerine bir türlü hayata geçirilemeyen AKP ve HDP’nin ortak açıklama yapma ihtimalinin arttığına işaret ediyor. Bu açıklama gerçekleşir mi, bekleyip göreceğiz. Ancak, post-Kobane olarak tanımlanabilecek yeni süreçte Türkiye’nin benimsediği politikalar, İmralı sürecinde pek de öyle fabrika ayarlarına geri dönüşün mümkün olamayacağını gösteriyor. Özellikle hükümetin İç Güvenlik Yasası ısrarı bunun en somut kanıtı. Anlaşılan o ki, Türkiye Rojava konusunda daha pasif bir tutum benimseyecek olsa dahi, Türkiye Kürdistanı konusunda İmralı sürecinin başında verdiği demokratikleşme sözüne sadık kalmayacak. AKP’nin oniki yıldır politika yapma biçimine aşina olduğumuz kadarıyla görünen, Kürt siyasi hareketine bu kez de “Ya Rojava ya Türkiye Kürdistanı” seçimi dayatılacak.

Türkiye’nin İmralı süreci macerasında varacağı son durağı kestirmek gerçekten hiç kolay değil. Ancak, bölgede yaşanan diğer gelişmelere bakıldığında en azından pasif Suriye politikasının Ortadoğu bağlamında gelinen son durak olmadığını kestirmek mümkün görünüyor. Zira IŞİD’le mücadele zaten esas olarak Suriye’de değil, Irak’ta yürüyor. Dolayısıyla, asıl önemli olan Türkiye’nin Irak’ta IŞİD’le mücadelede nasıl yer alacağı. En son gelen haberler, uluslararası koalisyonun IŞİD’e vurucu darbeyi Musul’a bir operasyonla yapmayı planladığını gösteriyor. Ancak, bu operasyonun önemli handikapları var. Herşeyden önce, uluslararası koalisyonun uzun süredir işbirliği yapmaya çalıştığı Sünni aşiretler bu operasyonda Şii güçlerin yer almasına razı olmuyor. Kürt güçleri ise muhtemel bir Kürt-Arap çatışmasını fitilleyecek bir biçimde operasyona dahil olmaya karşı. Bu bağlamda, Türkiye’ye hem siyasi hem askeri açıdan duyulan ihtiyaca hükümetin nasıl yanıt vereceği meçhul.

Başa dönecek olursak, Türkiye çok yakın bir zamanda yeniden “yalancı pehlivan” sınavından geçecek gibi görünüyor. Bu durumda, “yenilen pehlivan güreşe doymaz” sözünü akla hiç getirmeden, şu “pehlivan” edasından biran önce vazgeçmek daha doğru olur demek gerekiyor.