28 Şubat ve Kulturkampf
Tanıl Bora

Kulturkampf, politika ve sosyal teori literatüründe, çevrilmeden, Almancasıyla kullanılan bir kavram. Tıpkı Zeitgeist gibi. Kültür mücadelesi anlamına geliyor (kültür cengi de diyebilirsiniz).

Kavramımız, 19. yüzyılın üçüncü çeyreğinde Bismarck komutasındaki Prusya Devleti’nin, Katolik Kilisesi’nin kültürel ve toplumsal otoritesini alt etmeye dönük otoriter politikasını anlatır. Medeni nikâhın ihdası, ruhban eğitiminin denetim altına alınması, kilisenin malî gücünü kısıtlayan müdahaleler, Kulturkampf’ın ana cepheleridir. “Hurafe” addedilen dinsel ritüelleri engelleme girişimleri de eksik kalmamıştır.

Kulturkampf, kurumlaşmış, gelenekleşmiş dinsel otoriteye karşı Aydınlanmacı, modernist, laisist, insan aklının ve iradesinin özerkliğini savunan bir politika gibi görünmüştü. Göründüğü kadar değildi. Zira kilisenin yerine devlet vesayetini geçiren şedit bir otoriter yapıyı ve zihniyeti kurumlaştırdı. Nitekim yedi yıl sonra Bismarck burnunu sürttüğü kiliseyle sulh olmuş, muhafazakâr ‘kültür’ âleminin gönlünü yaparak, sosyalist akımı ve işçi hareketini bastırmaya koyulmuştu: Klassenkampf, sınıf mücadelesi. Bu, öyle altı-yılda kesilmeyecek bir Kampf’tır!

Kavram, Türkçe olabilirdi, aslında. Orijinali 1871’den 1878’e kadar sürdü, modern Türkiye tarihinde Kulturkampf, bitmeyen bir cenktir. Erken cumhuriyet dönemi politikası, Kulturkampf’ın klasik modeline hayli benzer. Soğuk Savaş çığırının açılmasıyla beraber anti-komünist cepheyi bölmemek için tatil edilmesi de benzer. Ama bir yandan, yine süregitti bu mücadele.

28 Şubat darbesi, erken cumhuriyet dönemi otoriter vesayetçi politikasının yeni sürümüydü. Üzerinden 18 yıl geçti. Şimdilerde, Türkiye ilgili literatüre Kulturkampf’ın sadece süreğenliğiyle değil tersine çevrilmesiyle katkıda bulunuyor. Bismarck cübbe giymiştir burada. Otoriter vesayetçi devlet rejimi, şimdi de doğru dindarlık öğretmek, Geleneği yeniden icat etmek, muhafazakâr ahlâk tamim etmek üzere güç kullanıyor. 28 Şubat’ın bin yıl süreceğini söyleyen general, haklı çıkmış sayılır. Bayrak inmez, ezan susmaz, Kulturkampf bitmez!

Bir başka mesele, belki esas mesele, şu: Kulturkampf’ın başka politik mücadele eksenleriyle rabıtası ne? ‘Sahici’ politik mücadeleyle örtüşür veya onun ta kendisi midir, yoksa onu ikame mi eder, veya saptırır mı? Orijinalinde, burjuvazinin ruhban-soylular-toprak sahipleri ittifakına karşı sınıf mücadelesine tekabül etmişti. Çok geçmeden uzlaşılan bir mücadeleydi. Devlet, ruhban ve eskisiyle yenisiyle egemen sınıflar, büyük ölçüde milliyetçilik tutkalının katkısıyla, o dönemde hep “vatansız” sıfatıyla andıkları sosyalist işçi sınıfına karşı birleştiler.

İsviçreli tarihçi (ve yeşil-sol politikacı) Joseph Lang, bu meselenin tartışmasını yapıyor. Fransa ve İspanya’yı, Kulturkampf’la sınıf mücadelesinin 20. yüzyılın başından itibaren neredeyse bire bir örtüşür hale geldiği örnekler olarak değerlendiriyor. Kırsal egemen sınıflar ve köylülük Katolik muhafazakâr, sanayi burjuvazisi ve emekçi sınıflar laisisttir. Özellikle Fransa’da, kuşkusuz devletin biçimlenmesine de etki eden ‘sivil’ bir kültür cengi öne çıkar. İki dünya görüşü, hayatın her alanında, kendi kültürünü, kendi kurumlarını, kendi edebiyatını ‘yarıştırır’. Fransa’da Dreyfus Davası, Aydınlanmacı, hür fikirci sol aydınlarla işçi hareketinin iliklenmesinin en sağlam düğümü sayılıyor. Yahudi subay Dreyfus’u casuslukla itham eden antisemit-klerikal-monarşist cepheye karşı çıkan cumhuriyetçi aydınlar, insan hakları davasını radikalleştirmenin bir uzantısı olarak grevlere ve işçilerin hak mücadelesine destek verdiler; bu zeminde işçi hareketinin talepleriyle insan hakları programı iç içe geçti. Lang, Kulturkampf’ın o kadar bilinmemekle beraber Almanya’dan daha hararetli yaşandığı İsviçre’deyse, bu iki mücadele düzleminin bugüne kadar birbirine kavuşamadığından yakınıyor. Göçmenlere karşı ayrımcılıkla ve İslamofobiyle mücadele davasıyla sosyal-sınıfsal haklar davasının iki ayrı âlemde cereyan etmesini, bu durumun güncel vahim örneği olarak görüyor. Kulturkampf’ın bu çeşidinde, kendi sosyal refahına ‘sahip çıkmak’ adına göçmen işçiye karşı kültürel ırkçılık bayrağı sallamak, gayet iyi iş görüyor. Elbette, Batı dünyasında İsviçre’de şahikasına varan ama oraya özgü olmayan bir sorun.

28 Şubat’tan iki gün önce, Ali Nesin, Koç ve Nesin ailelerinin “uygarlık savaşında” yan yana yer almış olduklarını söylediğinde, hâlihazır rejimin pek memnun olacağı bir Kulturkampf tarifi yapmış oldu. ‘Doğru’ (hem gerçeklik hem ülkü düzeyinde) tarif bu mu peki? Türkiye’de de, Kulturkampf zemininin, başka politik mücadelelerle, sınıf mücadelesiyle, sol-sağ ekseniyle rabıtalarını yeniden düşünmeye ihtiyacımız yok mu? (İdris Küçükömer’in cevabı başlangıçtı; o da ezbere tekrarlanan özetlerindeki gibi mevcut sağ-sol kutuplarını aynen tersine çevirmeyi değil, sağın ve solun yerleşik sınıfsal ve kültürel temsiliyet ilişkilerini sorgulamayı önermişti sadece.)

Galiba en önemlisi, sekülerleşmeyle ve ilahiyatla ilgili meselelerin sivil tartışma ve mücadele zeminini geliştirmektir. Özgürlük mücadelesini Kulturkampf kavramının ve Prusya-T.C. tarihsel miraslarının sultasından çıkarmak için, buna ihtiyaç var.