Kısacası Güzel Annem…
Meral Akbaş

Latife Tekin, “Gece Dersleri”’nin hikâyesini anlatırken şöyle bir şey de diyor: "Gece Dersleri’ni ben bir eve dönüş hikâyesi olarak tasarladım. Anneye dönüş… Biri çıkıp da o dönemde yazılmış öyküleri, şiirleri tarasa, hep birlikte “Anne!” diye bağırdığımız duygusuna kapılır. Bizim kuşağımızdan söz ediyorum tabii… Politik hareket içindeki en “anneci” kuşak bizizdir herhalde. Şaka değil. Çünkü bizi saran ruh, askeri bir müdahaleyle göğe uçtu. Annelerimizin varlığının kesinliğine sığındık biz."**

Latife Tekin’in bu sözlerinde beni durduran şey, anneyi “kuşkusuz bir yer” olarak tariflemesi; “orada”, yani evde olan; döndüğünüzde bulabileceğiniz, gidip dokunabileceğiniz, elini tutabileceğiniz, dizine dağılabileceğiniz…: “Ah, dağılsam dizine, uyusam doymaksızın. Sabah olmasa gece, kaçmasam dermansızım…” link Bu sözü edilen, öyle bir kesinlik ki; hayatın geri kalan kısmında devam eden dur duraksız devlet şiddetinin, tüm o kapatılmaların, işkencelerin, yok edilmelerin keskinliğiyle umutları, hayâlleri yarılanların yaralarını tamir ediyor. Latife Tekin’in ifadesinde ilginç olan, bir “ruh”un dağılıp gittiği bir yerde sığınılan annenin – genelde yapıldığı üzere – şefkatine, sevgisine, iyiliğine değil de varlığına, varlığının gerçekliğine işaret edilmesidir. Böyle bir tarifleme, daha çok ‘90’lı yıllarla birlikte oğlu, kızı “orada”, yani hayatta olmadığında da oğlu, kızı için “orada”, yani sokakta olan, dönmese de çocuğu, dönemeyecek olsa da bir “kesinlik” olarak, keskin bir inat olarak devlet şiddetinin karşısında duran, durmakta devam eden annelerin açtığı alanı bir politik kamusallık olarak anlamamıza da yardım ediyor.

Sanırım Latife Tekin’in sözünü ettiği “kesinlik”, duygudan, yani şefkatten, koşulsuz sevgiden, karşılıksız iyilikten öyle hiç de uzak değil. Aksine, hayâlleri uçup giden tüm herkesin bulup sarıldığı, dizine dağıldığı, anlatıp dertleştiği ya da sessizce beraber oturduğu ama henüz ölmediğine ve ayakta olduğuna tanık ettiği biri var orada, gerçek biri!      

Bu kesinliğin içinde işte, paylaşılmış bir sessizlik de var. Yani, aradaki ilişki birbirini ikna ederek, herhangi bir mesele üzerinde tartışıp uzlaşmaya varılarak kurulmuyor. Evde bulunan hesap sormuyor; eve dönen de günah çıkarmak durumunda bırakılmıyor. Babam ve Oğlum’daki Sadık’la Sonbahar’daki Yusuf’u yan yana koyduğumuzda meselâ; Sadık, babasının kırılan gururunu ona yetiştirmek üzere yeni bir “genç-adam” hediye ederek onarıyor, ama bu noktada kendini de yok etmiş oluyor. Yusuf’sa ölümünü beklemeye geldiği evde annesinin derinlikle ama uzaktan bakan gözleri, az sözleri ile iyileşip de gidiyor.        

Kapısından çıkıp gittiğiniz bir eve dönmek öyle kolay olmasa gerek… Hele sizi sarıp sarmalayan bir ruhun yok olduğu ve/ya yok edildiği zamanlarda… Her dönüş biraz – ve belki de çok – boynunu eğerek gerçekleşiyor. Yok saydığınız, reddettiğiniz her ne varsa onunla artık barıştığınız var sayılıyor. Söylemiş bulunduğunuz her sözü geri aldığınız, yapmış olduğunuz her şeyden de pişmanlık duyduğunuz kabul ediliyor: “Ya düşün; yani sen böyle sapık manyak tiplerin eline, dünyanın ve Türkiye’nin gözü önünde terkediliyosun ve sana her türlü şeyi yapıyorlar ve bunlardan pişman mısın diye soru sana soruluyo. Benim ona sormam lazım izlediğin için pişman mısın diye.”***

Tarih, 27 Mayıs 1987’dir: “… asker: “Ne bekliyorsunuz? Serbestsiniz, gidebilirsiniz!” dedi. Birbirimize baktık. Ne yapacağımızı bilemedik. Yıllardır kendi başımıza yürümemiş[tik]… Karşıdan karşıya geçeceğimiz yere geldik. Farkında olmadan el ele tutuştuk…”.**** İşte böyle adım attığı bir dünyada yürümelerini anlatır “Pamuk Yıldız”; “Babam Yalnız Öldü”,  babasının “sesi de gitti[ğinde]”***** yazılmaya başlayan bir hikâyedir; Zeynep’in ev ve sokaklar hikâyesidir. Çocukluğunda ezilmemek, azarlanmamak için konuşmayan Zeynep konuşur bu metinde; babasının sesi gittiğinde…

Babası geçmişidir Zeynep’in; dünü bugünde, babasının sessizliğinin doldurduğu evde, artık ondan korkmazcasına dolaştığı sokaklarda yeniden hatırlayacak; maziyi hatırladıkça kendisini de anlatacaktır. Babasının sesinin kesildiği yerde devreye giren Zeynep’in kelimeleri, çok seslidir. Zaman zaman konuşan Zeynep, bazen susar; sustuğunda yine onun yerine konuşan bir iç ses sarar metni. Bu ses, belki Zeynep’ten bile gizlenen bu ses, inatla geçmişin üzerine giden, değerlendiren, tanıda bulunan bir dildir. Zeynep, kimselere sığamadığından, sığınamadığından belki, sokağa atar kendini; konuşur da konuşur ama içinden hep! Sessizce bile anlaşamamaktadır çünkü çoğu kimseyle: “Yabancılık çöküyor omuzlarıma. Konuşamıyorum yanımda oturanla. Tepeden tırnağa aykırıyım ülkeme. Dilimde kırgınlık, içimde sır var sadece. Sırlarım içimden dökülsün, çıksın gitsin istiyorum…”

Yusuf’la annesi arasında kurulan ilişkideyse, yukarıda adını koymaya çalıştığım o gönüllü sessizlik var, paylaşılan bir sessizlik, konuşan sessizlik… Babanın ancak “doğal” yollardan hayatını ya da sesini kaybettiği bir aralıkta anne ile kızı ve/ya oğlu arasında işleme ihtimali olan bir sessizlik… Cezaevinden, işkenceden, ölümden ve belki de düşlerinden, umutlarından dönüp gelenlerin tüm yıkılmışlıklarıyla soluklanıp dağılacakları bir yere gerek var çünkü, sessizliğe ama içine konuşabildiğiniz bir sessizliğe...

Zamanında dinlediğim bir güzel Cumartesi annesi, kocası pencereleri kapıları kilitlese de, vurup dövse de başka kadın arkadaşlarının yardımıyla nasıl Taksim’e, eyleme kaçtığını ve bu durumun defalarca tekrarlandığını anlatmıştı.

Oğlunun, kızının sesini devralan annelerin bu keskin inadında, bin dereden laf taşınsa da derinliğine ulaşılamayan o dilde, sessizce de derman olmayı bilmenin izi, bilgisi ve sabrı, şefkati yok mu?   


* Nevzat Çelik ve Ahmet Kaya’dan: link

** Pelin Özer, Latife Tekin Kitabı, s. 112.

*** Pamuk Yıldız’ın sözleridir; Meral Akbaş, Mamak Kitabı: Biz Bir Orduya Kafa Tuttuk Arkadaş, s. 154.      

**** Pamuk Yıldız, O Hep Aklımda, s. 419.

***** Pamuk Yıldız, Babam Yalnız Öldü, s. 10.