Vahim Bir Özdeşleşme Öyküsü (III)
Erdoğan Özmen

Memleketin siyasal/toplumsal manzarasını bir psikoterapi sahnesi olarak düşünmeliyiz belki de. Psikoterapi sürecine özgü kavram ve araçları denemeliyiz bir de, içine sıkıştığımız garabeti anlamak için: AKP’nin lideri ve yönetici kliği için, her ne olursa olsun iktidarlarını sürdürmek çoktan bir tür ölüm kalım meselesi halini aldı. Bunu az çok anlıyoruz. Çok fazla suç biriktirdiler çünkü. Çok fazla işaret, delil, kayıt, kuyut var. Her türlü hukuk ve yasayı çiğneyerek devasa bir rüşvet, yolsuzluk, yalan/dolan, yağma çarkı oluşturdular. Bunları kaybetmemek ve hesap vermemek için neleri göze alabileceklerine, ne tür çılgınlıklar sergileyebileceklerine birçok kez tanık olduk. Kendilerinden başka herkesi korkutan, yüreğini ağzına getiren onca feci fiili hiç tereddütsüz kaç kez işlediler. İlahi iradenin doğrudan temsilcisi oldukları, onu ete kemiğe büründürdükleri inancıyla nasıl bir sorumsuzluk, kıyıcılık, vicdansızlık ve vahşiliğe yönelebileceklerini yeterince biliyoruz artık.

Peki ama burada birlikte yaşadığımız milyonlarca insan? Onlar nasıl bir motivasyona sahipler? Hangi heves ve özlemlerle, ne tür beklenti ve ihtiyaçlarla kendi kaderlerini böylesine fena ve gözü dönmüş bir çıkar ve kötülük şebekesinin kaderiyle ortak ve bir sayıyorlar?

Ya da şöyle soralım: Koca bir toplumun tek bir kişinin korkuları, endişeleri, takıntıları, kini, nefreti, öfkesi, nobranlığı, kibri ve ihtiraslarına mahkum olmasını; bu ağır seviye ve içerik kaybını, bu utanç verici zavallılık ve gerilemeyi nasıl anlamalıyız? En baştan başlayarak yeniden toplum olmak, bu feci çözülme ve sahte kutuplaşmayı durdurmak, buna temel olacak yeni bir ahlakı, anlam ve değerler sistemini kurmak için yüzleşmemiz gereken hal budur. Anlamlı ve değerli olan her şeyi, en temel insaniyet zeminini kaybetmiş olmanın içimizde açtığı o geniş boşluk… Yalnızca o örnekleri anmak bile yeter: İnsanlar huzur içinde ve gönüllerince kendi ölülerinin yasını bile tutamıyor ve onları toprağa veremiyorsa, ne kalmıştır ki geriye o toplumdan, ölü bir posa yığınından başka!        

Söz konusu soruda da var olan, yaygın bir kalıp ve ifade haline gelmiş şeyi tersine çevirerek başlamalıyız belki de. Çünkü başa yerleştirmemiz gereken şey, tam da burada –kolayımıza geldiği için muhtemelen- gözden kaçırdığımız, farkına varmadığımız hakikat değil midir? Zizek’ten yardım alarak söylemeye çalışayım: “Lacan’ın aptal tanımı, kendisiyle dolaysız olarak özdeş olduğuna inanan kişidir, kendisine karşı diyalektik olarak dolayımlanmış bir mesafe almaktan aciz kişi; tıpkı kral olduğunu zanneden, kral oluşunu kendisinin de bir parçasını oluşturduğu bir öznelerarası ilişkiler ağının ona yüklediği simgesel bir görev olarak değil de kendi dolaysız özelliği/mülkü olarak gören bir kral gibi (Wagner’in hamisi Bavyera’lı II. Ludwig, kral olduğunu zanneden bir aptal olan krallara örnek verilebilir.)” 

Totaliter figür ile kitlesi arasındaki bağı/ilişkiyi yansıtmalı özdeşleşme kavramının yardımıyla  formüle edebilir miyiz? Ve bundan politik olarak nasıl bir yarar umabiliriz?

Kestirmeden söylemem gerekirse: Totaliter figürün temsil ettiği, ete kemiğe büründürdüğü şeyi kitlenin kendisine iade etmek, asıl olarak kitlenin kendisinde konumlandırmak bu. Bu, günümüzün ürkütücü haset ve zevk siyasetine alan açan ve hayatiyet kazandıran şey aynı zamanda. En sıradan gündelik hayat pratiklerine bile sızıveren hıncın ve nefretin olanaklılık koşulu.

Bütün yoksunlukların hayali/imgesel bir çerçevede dile gelecek ve anlamlandırılacak bir tercümeye tabi tutulması; “Şimdi sahip olmadığım ve yokluğunu çektiğim şey, bana ait olan, bir zamanlar benim olan şeydi. Ne pahasına olursa olsun onu geri istiyorum.” Bütün meselelerin o mahut “Fatih-Harbiye” ikiliğine uygun olarak yeniden tanımlanmasını mümkün kılan, toplumun temel antagonizmasını –en çok da ezilenler nezdinde–,  kültür/yaşam biçimi/gündelik hayat/alışkanlıklar düzeyindeki yarılmayla ikame ederek örten libidinal ekonominin zembereğidir bu.

Totaliter figürde cisimleşen şey, her birimize çoktan musallat olmuş, kendimizin bir parçası olarak güçlü bir biçimde aktive olmuş bu ruhsallık, bu halet-i ruhiyedir. Totaliter figürün ayırdedici vasıflarını; aşağıdan gelip bütün iktidara ve zenginliğe hükmedecek bir güç kazanmasını, bunun için her yolu mübah görmesini, kendini yasa/hukuk, ahlak/değer hiçbir şeyle bağlı görmemesini, engel saydığı bütün kurum ve kişileri gözünü kırpmadan ezip geçmesini filan, ve buna eşlik eden korkunç nefret enerjisi ve paranoid kaygıyı (yok olma, parçalanma, misilleme korkularını), kitlesinin katlanamaz ve kabul edilemez bulduğu için ona yansıttığı benlik temsilleri olarak göremez miyiz?  

Buradaki can alıcı nokta, yansıtmalı özdeşleşmenin bir savunma mekanizması olması yanında, çok daha geniş bir psikolojik, kişiler-arası olaylar ( erken anne-bebek iletişimi gibi örneğin) dizisine de işaret etmesidir.  Terapide sahnelendiğinde, ‘hasta’ ve terapist arasında öylesine bir diyalektik ortaya çıkar ki, her ikisi de aynı anda hem farklı hem de birlikte bir bütün gibidirler. O noktadan sonra her birinin öznelliğinin inşası, öznelliklerin birbirine geçerek/nüfuz ederek (adeta üçüncü bir unsur gibi) oluşturdukları bütünün aracılığı ve dolayımıyla mümkündür artık. 

Doğrudan totaliter figüre, onun söz ve eylemlerine, korku ve endişelerine yönelen, onun insanlık-dışı vasıflarını, hınç ve nefret yüklü pratiğini mesele eden bir siyaset tarzının niçin sonuçsuz kalacağının ipucu buradadır. Bu hususu biraz daha genişletmek üzere…