Tersine, Daha da Tersine!
Meral Akbaş

En sevdiğim hikâyesiydi:

“On ikinci yüzyılda, Sicilya krallığının resmi coğrafyacısı El İdrisi, bir dünya haritası çizdi, Avrupa’nın bildiği dünyanın haritasını, güneyi yukarıda kuzeyi aşağıda. Bu o zamanın haritacılığında yaygın bir şeydi. Sekiz yüzyıl sonra, Uruguaylı ressam Joaquín Torres-García da aynı şekilde güneyi yukarıda Güney Amerika haritası çizdi. “Bizim kuzeyimiz güney” dedi. “Kuzeye gitmek için, gemilerimiz aşağı iner, yukarı çıkmazlar.” Eğer dünya böyleyse, şimdi olduğu gibi tepetaklaksa, ayakları üzerinde durması için onu ters çevirmemiz gerekmez mi?” [1]

“Düz”ün, düzenin, düzgünün yüzüne her baktığında pis, çarpık, yamuk ve bulanık olanı, pis, çarpık, yamuk ve bulanık görünen ve/ya görülende de ışık ve parıltıyı bulup çıkaran Eduardo Galeano’nun şimdi artık geride bıraktıklarına emanet ettiği “Hayır, inatla Hayır!”, daha önce sorulan bir soruya da cevaptır belki: “Dört, herkes için dört mü? Eşit mi bütün yediler? Bir tutuklunun düşlediğiyle seni aydınlatan ışık aynı mı?” [2]

İnsan bazen kendini “fena halde eşit” sayıyor; küçük karşılaşmaların, kısacık yan yana gelmelerin ve hatta ince temasların tüm başka her şeyi silip götüreceğini, geride bırakacağını varsayıyor. “Biz”ler ve “siz”ler arasında kurulan tüm bu ince belli dostlukların kırılıp dökülmesine, bir ince bellinin kırılmasıyla tüm takımın çöpe atılmasına, şu “biz” denen o kalın yığının içine düşen şüpheyle ve bazen “onlar”ın sadece bir sözüyle bir anda kendi sınırlarına çekilivermesine şahit olmayı seviyorum ben! Yılmaz Güney’in filmi Umut vesilesiyle zamanında ettiği bir cümle var: “Umut, düzen bozukluğunun bir simgesidir.” Her zaman öyle çok da içime sinmeyen bu cümleyi böyle zamanlarda çok seviyorum ben; bazılarının bazı şeylerden umut etmesini “bozuk” buluyorum!

Ne kadar sık duyduğum bir cümledir: “Ee ama yani onlar da konuşuyorlar artık dillerini, daha ne istiyorlar?” Tabii “Ne istiyorlar?”dan “Daha ne istiyorlar?” sorusuna terfi etmiş bulunmanın bir “ilerleme” olduğu, “daha” kelimesinin hâlihazırdaki durumu kabullenmeye dair bir mana taşıdığı düşünülerek gemilerin yukarı çıktığı umut edilebilir. Ama kelimeler yetiyor mu tüm dörtleri eşitlemeye; ya dört, herkes için dört değilse?: “... zindan sessiz – zindan canlı bir mezar / gökyüzünde bir anda dört yıldız kayar...” Canlı yayınlarda güzel, gönül alıcı söz diye sürekli tekrarlanan “Senden elektrik aldım!” cümlesinin başkaları için taşıdığı ize, bir tutuklunun geçmiş izine de çarpsak mesela, çarpılıversek: “... ışık aynı mı?” Aynı mı sahi Ulucanlar Cezaevi’nin şimdi müze olmuş “yalan-nizam“ koğuşunda yan yana sıralanan Muhsin Yazıcıoğlu’nun namaz takkesi, eski bir işkence makinesi, Deniz Gezmiş’in kahverengi hırkası? Yan yanalar diye şimdi, eşitler mi?

Yeni haritaların çizilmesine, haritaların üzerine başka hikâyeler yazılmasına imkân olduğunda, “o gemi” kuzeye aşağıdan, güneye yukarıdan düştüğünde, ancak...

İnsan umutla beklemeye devam ediyor işte; bu sefer ama “düzen bozukluğunun bir simgesi” olarak değil de “kaybedilen son şey” [3] olarak inatla taşınan bir umutla...

 


[1] Eduardo Galeano, Tepetaklak: Tersine Dünya Okulu, s. 309.

[2] Pablo Neruda, Sorular Kitabı, s. 33.

[3] Bir duvar yazısı; akt. Eduardo Galeano, Tepetaklak: Tersine Dünya Okulu, s. 293.