Vahim Bir Özdeşleşme Öyküsü (IV)
Erdoğan Özmen

Bir önceki yazıda, “Doğrudan totaliter figüre, onun söz ve eylemlerine, korku ve endişelerine yönelen, onun insanlık-dışı vasıflarını, hınç ve nefret yüklü pratiğini mesele eden bir siyaset tarzının niçin sonuçsuz kalacağının ipucu buradadır” derken kendi siyaset anlayışımızı pozitif bir çerçevede inşa etmekten, iktidar sahiplerinin gündemine tabi olmamayı başarmaktan söz etmiyordum sadece.

Bunu Tanıl Bora’nın yardımıyla söylemek isterim bir de:

Hegemonyayla mücadele, hele karşı-hegemonya iddiası, bir miktar da iktidar yokmuş gibi davranabilmeyi gerektirmiyor mu? İktidar var, elbette  – hem de nasıl var! Onu büsbütün unutmaktan söz etmiyorum; unutamayız. Aklımızı, fikrimizi, düşlerimizi, dilimizi, uğraşımızı, iktidarın markajından kurtarmaktan söz ediyorum. Kendi sözümüzü kurmaktan... Kendi ağımızı örmekten… Kendi hikâyemizi yazmaktan…[1]

Yani bu var, evet. Şu da var ama: Totaliter figür ile kitlesi arasındaki, benim yansıtmalı özdeşleşme kavramıyla anlamayı önerdiğim bağ/ilişki nedeniyle, menziline yalnızca despotik figürün fiil ve söylemlerini yerleştiren siyaset tarzı söz konusu kitleyi de karşısına almaktan kaçamıyor. Pis bir tuzak bu.

Yansıtmalı özdeşleşme –daha önce kısmen değindiğim gibi–, bir savunma mekanizması olmaktan daha çok özneler-arası deneyimin özgül bir biçimi aslında: Öncelikle, kendinin reddettiği ve olumsuz bir parçasını başka birine yansıtma, ona atfetme ya da boşaltma fantazisi olarak işliyor. Benlik bütünlüğümüzü ve tutarlılığımızı tehdit eden, ahlak ve vicdan ölçülerimizle uyuşmayan bu ‘karanlık’, ‘tekinsiz’ ve fena parçamızdan böylece kurtulma; “zalim olan ben değil o” ya da “kıskançlık bende değil onda” fantazisine yaslanma, en temelde kaygı doğurucu durumdan kurtulma ve kendimizi emniyete alma çabası. Diğer kutuptaki alıcı özne, kendine yansıtılan bu ‘yabancı’ şeyle özdeşleşerek onun gibi –kendinden beklendiği gibi, yansıtmayı yapan öznenin bilinçdışı fantazisine uygun biçimde  hissetmeye ve davranmaya başlar. Bu, yansıtmanın faili olan öznenin icra ettiği belirli bir güç ilişkisinin sonucu olarak gerçekleşir.  Bir bakıma, “Şeyh uçmaz mürit uçurur”da ifadesini bulan şey bu. “Kendini doğrulayan kehanet” kısır döngüsünün zembereği. Şu meşhur “tencere kapak” deyişini de aynı sıraya yerleştirebiliriz belki. Daha da uzatmamak için klinik bilgiye burada bir sınır çizelim.

Bugün karşı karşıya olduğumuz tablonun, tüm bu süreçleri kolaylaştıran, bir tür kısa devreye yol açan özelliği not etmeliyiz: Yani, totaliter figürün kendiliğinden, doğrudan, otantik varoluşunda cisimleştirdiği şeyin, zaten her birimizin en fena, en kabul edilemez, en negatif, taşınması ve tahammül edilmesi en zahmetli ruhsal özelliklerimiz olduğu gerçeğinden: Sınırsız bir güç, iktidar ve zenginlik elde etmeyi biricik değer saymak,  bunun için her yolu mübah görmek, hiçbir yasa ve ahlak ilkesi tanımamak, nefret ve haseti olumlu duygular katına yükselten bir hayat ve insanlık görüşüne sahip çıkmak. Yok olma, eziyet görme korkularıyla iç içe geçmiş ağır bir paranoid anksiyeteden muzdarip olmak (“Sen kimsin ya!”da cisimleşen, her türlü bilgi, çaba ve emeğe yönelik ürkütücü düşmanlık da aynı vasatın ürünü değil midir?). Saygıyı, nezaketi, inceliği gereksiz bir fazlalık olarak gören kaba saba, cinsiyetçi, hoyrat bir insanlık kalıbını benimsemek.

Tam da bu yüzden, gündelik pratiğimizin temel çerçevesi, bir süreden beridir bu korkunç malzeme etrafında şekillenmekte. Aynı korkunç nitelikler, bütün insanlık hallerimize sızarak bizi çirkin ucubelere dönüştürüyor. Cenaze evlerini taşlayan müsveddelere…  Her biri çoktan totaliter figürde cisimleşmiş, ona yansıttığımız, onun kusursuz biçimde temsil ettiği ruh ve karakter özellikleri olduğu ölçüde, kendi hayatlarımızda kolayca/zahmetsizce deneyimlediğimiz zararsız pratikler düzeyine iniveriyor. Her birimiz için şöyle demiş olmak gibi bu: “Sen bensin; kendim olarak yapamayacak olduğum şeyi, senin aracılığınla gerçekleştirme amacı doğrultusunda seni kullanmaya ihtiyaç duyduğum ölçüde geçerli bu.” 

Bu bize, modern totaliter figürlere özgü temel bir özelliği de açıklıyor: Kendi tebasına “Ben kendi başıma hiçbir şey değilim. Sizin iradenizin ifadesi, cisimleşmesi, hizmetkârı, icracısı olarak bu güce/iktidara kavuştum. Benim gücüm sizin gücünüzdür” diye seslenen modern efendi.  

En baştan başlayacağız o halde. Sıfır noktasından. Her ne ise istediğimiz; ister liberal bir demokrasi, ister muhafazakâr, ister radikal demokrasi isterse de sosyalizm, her biri için ihtiyacımız olan en asgari insanlık zeminini çoktan kaybettik çünkü. Dindar/ateist, solcu/sağcı, laik/muhafazakâr, her ne isek hepimizi kuşatması gereken asgari adalet, vicdan, ahlak, hak hukuk ölçüsünden yoksunuz artık. Öylesine zelil bir seviyeye düştük ki, ölülerimizin arkasından konuşmakta, cenaze evlerini taşlamakta bile hiçbir beis görmüyoruz. 

Hiç yüksünmeden ve tüm suçu/sorumluluğu üstlenme cesaretiyle en başa döneceğiz. Sözü, dili yeniden ihya edeceğiz. Israrla ve daima sözün, dilin alanında kalacağız. İşimiz gücümüz sadece bu olacak, kendi hikâyemizi yazmak: Özdeşleşmeye değer bir davayı, eşitlikçi ve adil bir hayat davasını el birliğiyle yaratmak.


[1] Tanıl Bora, Birikim Haftalık, 10/12/2014, “Hegemonya”.