Soykırım ve Failin Vicdanı
Cem Mert Dallı

Papa Francis’in yaptığı açıklamaya ve Avrupa Parlamentosu’nun kararına oluşan tepkiler, söz konusu Ermeni soykırımı olunca Türkiye’nin inkârla kurduğu sıkı ilişkiyi, tahammülsüzlüğü ve partiler üstü bir uzlaşının ne kadar kolay kurulabildiğini bir kez daha gösterdi. Agos’un bu haftaki sayısında, “inkârın cinnet hali” başlığıyla kapağa taşıdığı tepkiler, Doğu Perinçek’in AİHM duruşması sırasında çekilen, Deniz Baykal’dan Egemen Bağış’a uzanan yelpazede siyasileri yan yana getiren o fotoğrafın ardında yatan zihniyeti, “milli birlik ve beraberlik ruhu”na olan inancı gözler önüne seriyor. AKP, CHP ve MHP’nin mecliste Perşembe günü yaptığı ortak açıklamayla da bu ortaklık taçlandı.

Soykırımın 100. yılında uluslararası kamuoyunda Türkiye’nin inkâr siyasetine karşı gösterilen tepkiler, yaklaşan 24 Nisan ile birlikte artıyor olsa ve önümüzdeki birkaç hafta daha yoğunlaşacaksa da, sınırlı bir miktarda kaldı. Türkiye, resmi tezin iddia ettiğinin aksine soykırımın reel politiğin sınırları içinde yorumlanmasından, işlenen suçlardan ve sonuçlarından bağımsız bir biçimde değerlendiriliyor oluşundan, en basit ifadeyle meselenin “siyasileştirilmesinden” bugüne kadar büyük ölçüde kazançlı çıktı. Türkiye’nin soykırımın yüzüncü yılı anmalarıyla aynı günde Çanakkale anması planlayarak uluslararası alanda bir davet yarışı başlatan bir diplomatik hamleyle cevap vermesini, her 24 Nisan’da öteleme siyasetiyle derin bir “oh” çekmeye dayalı stratejisini uzun yıllar sürdürebilmesini mümkün kılan da soykırımın “siyasileştirilmesi” oldu. 1990’lı yıllara kadar Ermeni soykırımının uluslar arası boyutta nadiren tanınması, ABD başkanının her yıl uzun betimlemelere rağmen soykırım demekten kaçınması ve insan haklarıyla özdeşleştirilen İskandinav demokrasilerinden birinin, Norveç’in dahi Erivan’dan gelen daveti reddedip “meseleyi tarihçilere bırakalım” diyerek aradan sıyrılması, soykırımın uluslararası ilişkiler ve diplomasi perspektifinden bakarak mesele bir kar-zarar denklemine dönüştürülmesine borçlu.  Yüz binlerce insanın zorunlu göçe tabi tutulduğu, soyulduğu, taciz edildiği, katledildiği; kurtulanların önemli bir kısmının Müslümanlaştırıldığı ve etnik kimliğini saklamak zorunda kaldığı, mal varlığını yitirdiği ve dünyanın dört bir yanına ailelerin dağıldığı 1915 yılının üzerinden geçen yüz yılda, Türkiye’nin başının bu denli az ağrıması da ancak meselenin tarihsel, toplumsal ve hukuksal boyutlarının ıskalanmasıyla mümkün olabilirdi.

Modern Türkiye tarihi üzerine yaptığı araştırmalarıyla bilinen Prof. Erik-Jan Zürcher, kendisi de dahil olmak üzere birçok tarihçinin soykırımın modern Türkiye’nin üzerindeki etkisini uzun bir süre göz ardı ettiğini belirttiği bir açıklama yayımladı. Zürcher, Türkiye’nin 1. Dünya Savaşı’nda hayatını kaybeden askerlerle Ermeni Soykırımı kurbanlarını mağduriyet düzleminde eşitleme gayretinin ne kadar gülünç olduğunu, iyi bir analojiyle bunun 2. Dünya Savaşı sırasında ölen Alman askerlerini Holokost kurbanlarını aynı kefeye koymaya benzetti. Türkiye’nin son yıllarda vicdan, ortak acı ve mağduriyet üçgeninin sınırları içinde kalarak resmi tezi yumuşatma çabası, soykırımın kabulü ve normalleşme süreci için bir adım olmaktan çok uzak olmakla birlikte katliamı sıradanlaştırıcı, olağanüstü haller içerisinde olağan gören ve inkârı yeniden üreten bir işlev de görüyor.

Vicdan üzerinden kurulacak bir dil, soykırım gibi toplum ve sermaye ilişkilerini dönüştürücü misyona sahip bir imha projesinin nedenlerini, bu projenin ne anlama geldiğini ve sonuçlarının tahrip ediciliğini konu edinen toplum merkezli bir tartışma için iyi bir araç olabilir, oluyor da. Faillere, kurtarıcılara, kurtulanlara ve sonraki nesillerin bu geçmişle kurduğu ilişkiye dair hikayelerin 1915’i konuşurken bu kadar merkezi bir yerde durması da adalet arayışının vicdandan bağımsız düşünülemeyeceğini, adalet yoksunluğunun yarattığı acı ve mağduriyetlerle vicdan arasında güçlü bir ilişki olduğunu gösteriyor. Ancak vicdan, adalet arayışından arındırıldığı veya çıkar hesaplarının gölgesi altında kaldığı, suçun ve sorumluluğun hatırlanması failin “vicdan”ına bırakıldığı durumda, geriye yalnızca içerikten yoksun bir iyi niyet aldatmacasının, suçla ve sorumlulukla hesaplaşmanın önünde yeni bir engelin kalma ihtimali de azımsanamaz.

Failin vicdanının varlığından söz edebildiğimiz durumda dahi, legal düzeyde suç, suçlu, mağdur ve sorumluluk tanınmadığı gibi fail bu sefer bahşedici karakteriyle de karşımıza çıkıyor. İşlediği suçu kabul edecek kadar gönül eğen, kurbanını kendine muhatap alıp ona vicdan gösterecek kadar kendini eşitleyen failin keyfiyetine bağlı bir “adalet” görüyoruz. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Türkiye’de yaşayan, vatandaş olan ve olmayan Ermenilere yönelik sözlerinde de cisim bulan bu tavır, bahşettiğini de geri almakla mağduru her daim tehdit ediyor ve modern bir efendi-köle ilişkisi kuruyor.

Ermeni soykırımı, Türkiye toplumunun eğer demokratikleşme gibi bir talebi varsa hesaplaşması gereken en temel toplumsal meselelerden biri olarak kabul edilmediği, yalnızca siyasilerin söz sahibi olduğu teknik bir konu, hukuki ve tarihsel zeminden yoksun bir tartışma alanı olarak görüldüğü sürece vicdan dili, yukarıdaki ikinci anlamıyla altı boşaltılmış ve inkarın üstünü örten bir işlev görecek. Aksi takdirde vicdan dili de, siyasetin ve devletin bahsetmiş olduğumuz kar-zarar hesaplarına araç olarak kullanıldığı sürece, mecliste perşembe günü yapılan açıklamada olduğu gibi soykırımın tanınması talebini yalnızca Ermenilerin acılarının yüceltmekle, ortak bildiriye imza atmayan HDP’yi Türkiye partisi olmamakla suçlayan bir kamplaşma politikasının parçası olma riskini taşıyor.

Önümüzdeki hafta içindeyse, ortak acı, mağduriyet ve vicdani duruş gibi kelimeler devlet yetkililerince muhtemelen tekrarlanacak. Emval-i metruke ve Müslümanlaştırılmış Ermeniler gibi devletin doğrudan sorumlu olduğu konular yüz yıl aradan sonra hala dokunulmazlığını koruyorken, mağdura failin vicdanıyla cevap veren siyaset diliyse anlamsızlığını ve yaralayıcı niteliğini sürdürüyor.