İsa'nın Umutsuzluğu
Derviş Aydın Akkoç

İnsanlığı kurtuluşa erdirmesi beklenilen, tıbbi mucizeleriyle körlerin gözlerini açan, kötürümleri iyileştiren, cinleri ve kötü ruhları kovan, hatta ölüleri dirilten, sömürülen yoksul kitlelere Müjde’yi duyuran, Göklerin Egemenliği’nin yakın olduğunu bildiren ve bütün bunlar olurken “umudu” asla elden bırakmayan Hz. İsa’nın maneviyatında, özellikle de son “akşam yemeği”nden sonra garip bir değişim yaşanır. Kesinlikle istisnai bir durumdur bu. Şeytan’ın ayartmalarına karşı koyan, dünyanın şimdi olduğundan başka bir hale geleceğine iman eden İsa’nın o geçirimsiz umudu içeriden çatırdamaya başlar. İsa o gece, Kudüs’teki Zeytin Dağı’nın eteğine gider öğrencileriyle. Getsemani Bahçesi’nde, yalnız başına ve yüz üstü yere kapaklanıp dua ederken hiç olmadığı kadar kaygılıdır. Bir şeyler eksilecek, varlıktan bir şey kopacaktır: Kendi bedeni. Bu sancılı kaygı, şu yalın cümlede yankılanır:   

“Sonra İsa öğrencileriyle birlikte Getsemani denen yere geldi. (…) Petrus ile Zebedi’nin iki oğlunu yanına aldı. Kederlenmeye, ağır bir sıkıntı duymaya başlamıştı. Onlara ‘ölesiye kederliyim,’ dedi.” (Matta, 26, 36-38.)

Neyin kederi bu böyle, hem de ‘ölesiye’? Geçen her dakika nihai saate doğrudur: Ölüme. Az sonra İnsanoğlu sıfatıyla günahkârların eline teslim edilecektir. Bunu biliyordur. Ama tahmin etmediği bir şey vardır. “Kılıçlı ve sopalı büyük bir kalabalık” kuşatmıştır bahçeyi. İsa şaşkındır. Kılıçlar çekildikten sonra şu soruyu sorar: “Niçin bir haydutmuşum gibi beni kılıç ve sopalarla yakalamaya geldiniz?” Sorudaki “haydut” lafı önemlidir. Ölüme hazırdır aslında ama çarmıhta gerçekleşecek ölümü tasavvur etmemiştir. Çarmıh cezası Roma İmparatorluğu’nda hayli yaygın bir cezaydı. Ne var ki, peygamberlerden yahut diğer kutsal kişilerden ziyade caniler, haydutlar, katiller, azılı suçlular içindi bu ceza. İsa’ya da bir çeşit haydut muamelesi yapılmıştır: Kurtarıcı Mesih bir caniymişçesine çarmıha gerilerek öldürülecektir.

Tutuklanma ve sorgulanma faslı trajik bir sürecin sahnelenmesinden ibarettir. Roma Valisi Pilatus, “bu adamın kanından ben sorumlu değilim. Bu işe siz bakın,” diyerek İsa’nın yaşayıp yaşamama kararını ahaliye bırakır. Trajedinin can alacı noktası da tam olarak burada cereyan eder. Karınlarını ekmekle doyurduğu, umutsuz yüreklerine umudu aşıladığı, hastalıklarına şifa bulduğu, ruhun ölümsüzlüğünden dem vurarak cenneti vaat ettiği, kurtuluşları için çabaladığı kitleler hep bir ağızdan “onu çarmıha gerin!” diye bağıracaklardır. Koyunlar onları iliklerine kadar sömüren, eziyet eden, aşağılayan, angaryaya koşan çobanlarını, yani başlarındaki dini ve siyasi yöneticileri değil, özgürlükleri ve selametleri için –karşılık gözetmeksizin- hayatını ortaya koyan, elinde sözden başka hiçbir silahı olmayan “iyi çobanı” yemek istiyorlardır. Koyunlar kurt olmuştur ve tercih nettir: Ahali kan istiyordur. Getsemani Bahçesi’nde peyda olan kederi daha da yoğunlaştırır bütün bunlar. İsa bu gerilimi de geride bırakmışa benzer ama. Kitle tarafından ihanete uğramış hissinde değildir sanki. Havarisi Petrus’un bile, “horoz ötene kadar kendisini üç kere inkâr edeceğini” söylemiştir. Kitleler de havariler de yapmaları gerekenleri yapmışlardır, sınırları bellidir. Nitekim İsa olup bitenler karşısında neredeyse hiç konuşmaz, yargıda bulunmaz, kendini savunma gereği dahi duymaz. Kaderine razıdır. Sözünü söylemiş, misyonunu tamamlamıştır, buradan sonrası bir işitme –hakikat- meselesidir.

Fakat kendini ilgilendiren daha vahim bir durum vardır ortada: Ölüleri dirilten Mesih, kendi –gurur incitici- ölümü karşısında hiçbir şey yapamamaktadır. Mutlak bir çaresizlik içindedir. Ölüme yenik düşmesi muhtemeldir. Buradan bakınca bahçedeki “ölesiye kederin” nedeni de, ucundan kıyısından açık eder kendisini: Ölüm korkusu vardır İsa’nın kederinin ardında. Hayat ve ölüm ikiliği, İsa şahsında ilk defa bu denli keskin bir şekilde karşı karşıya gelmiştir.

Ölüm korkusunu “yeniden diriliş” fikriyle dengelemeye, hatta aşmaya çalışan İsa’nın ölüm karşısındaki kederi, onun istisnai umutsuzluk anını teşkil eder. Gökteki Baba, yeryüzündeki Oğlu’nu unutmuş gibidir. Oğlu insanlar tarafından aşağılanmakta, acı çekmektedir, birazdan da dökme demirlerle çarmıha çivilenecektir. Gelgelelim Baba, olanlar karşısında kayıtsızdır. İsa ne ahalinin onu çarmıha gerin çığlıklarını işittiğinde, ne havarileri ona ihanet ettiğinde, ne de Romalı askerler tarafından alnına dikenli taç geçirildiğinde umutsuzluğa düşmüştür. Çünkü bütün bunlar olurken Baba’sı hep yanındadır, yalnız değildir ve bu güç ona yetiyordur. Ama ölüm o soğuk yüzünü gösterdiğinde durum birdenbire değişir. Gökteki Tanrı, İsa’yı kendi kendisiyle baş başa bırakır. Bu eşikte katı bir umutsuzluğa gömülür İsa. Umutsuzluğun bariz tezahürü, İsa’nın Golgota Tepesi’nde çarmıha geriliyken sarf ettiği son sözlerinden birinde açığa çıkar; İncil’in Grekçe versiyonunda Aramca bırakılmış olan o tek cümlede: “Eli, Eli, lema şevaktani?’ Tanrım, Tanrım, beni neden terk ettin?”

“Yeniden dirilişe” yönelik o ütopik imana düşen sinsi bir şüphe midir bu dehşetli sözler? Tanrı’ya içli bir sitem yahut nafile bir isyan mı? Her ne olursa olsun, bu sözlerin mevcut öğretiye –İsa’nın öğretisine- tezat bir tarafı bulunmaktadır: Direnişin en hassas evresinde gelen bir yenilgi ya da çözülme anı. Tanrı yahut Baba, oğlunu hiçbir yerde değil ama çarmıhta terk etmiştir. Trajedi drama dönüşür. Yaşamış, yaşayan ve yaşayacak olan bütün insanların günahlarını boynunda taşıyan, insanlığın “günah keçisi” olan İsa, son anlarında hiç olmadığı kadar sahipsiz kalmıştır. Dahası tam da o anda insandır. “Çarmıhtaki Tanrı paradoksunun” çözüldüğü yerdir burası da. İnsan bu dünyada, ölüm ve acı karşısında terk edilmiş olanı temsil eder. Tanrı ise terk edendir, orta yerde bırakandır. Her ne kadar terk edilmiş olsa da, herkes gibi bir insan olarak İsa, onu yoklayan ölüme tek başına karşı koymalıdır.

Ernst Bloch’un altını çizdiği üzere, ölüm söz konusu olduğunda, terk edilmiş olan bu insan, İsa örneğinde olduğu gibi, ölüme karşı diklenmelidir, bu da “cesaretle” alakalıdır. Umutsuzluğu savuşturmanın bir yolu hakikaten cesaret olabilir mi? Umutsuzluğun kaynağıyla yüzleşmek, ona bakmak ve onu kabul etmek için cesaret gerekir. İsa’nın “Baba beni neden terk ettin?” feryadını savurduktan sonraki son sözü “başarıldı” olmuştur. Başarılan nedir? Cesaret sayesinde “ölesiye keder” dağıtılmıştır. İnsan onu terk eden Tanrı’ya karşı zafer kazanmıştır. Türlü korkular aşılmış, terk edilmenin azaplı sızısı yatıştırılmış, umutsuzluklar geri çekilmiştir. Demek harcanan onca çaba boşuna değildir.

***

İsa’nın ona musallat olan umutsuzluğunda, ölüme karşı koyuşunda, biz her şeyi bildiğini ve idrak ettiğini iddia eden ama rüzgâr esse yaprak gibi savrulan modern varlıkları ilgilendiren bir hikmet var mıdır acaba? Buraya ve şimdiye çekilip getirilecek bir hikmet. Dünyada terk edilmiş halde bırakılan insanın, hayatı yeniden ve farklı şekillerde zapt edebileceği, trajik umutsuzlukları yenebileceği gösterilmiş olabilir mi? Kim bilir…