Hayvanlar!
Metin Solmaz

Cinayet, bir kimsenin başka bir kimseyi bilerek öldürmesi eylemidir. Hayvanı bir kimse olarak kabul ettiğiniz andan itibaren de yemek, giymek yahut denemek için hayvan öldürmek cinayettir. Kesin bilgi.

Aslında birçok insan az çok bu fikirdedir. Ama akıldışı bir ayrımcılık yardımıyla hayvanların “bir kısmı” için bu fikirdedir. Sadece kendi ilişki kurduğu hayvanları “kimse” olarak kabul eder. Kedi, köpek hatta ne bileyim papağan yunus caretta caretta yemeyi vahşice bulur. Çünkü cinayettir. Bir yandan “süt kuzusu” şiş kebabını, piliç çevirmesini yer.

Oysa bir koyunun, domuzun, ineğin bir köpekten, bir süt kuzusunun bir köpek yavrusundan pek az farkı vardır: Arkadaş canlılığı, zekâ hatta lezzet olarak. Hayvan Yemek (Jonathan Safran Foer, Siren Yayınları) harikulade bir kitap ve ciddi bir kısmı bunun üzerine. Korkmayın, didaktik bir vejetaryenlik propagandası değil.

Avcılık derneklerinin hepsinde doğa sevgisi referansı vardır. Avcıların hepsinin av köpekleri vardır ve köpeklerini ölümüne seven avcılar tanıdım. Güle oynaya gezen bir ceylanı “spor olsun diye” öldüren birisinin başka bir hayvanı sevmesi sahtekârlık mıdır ben karar veremem. Hatta “O insanın başka bir hayvanı sevmesi hiç hayvan sevmemesinden neden daha iyi olsun?” diye sorabilirim de. Bunların hiçbiri durumun irrasyonelliğini değiştirmez, ayrı.

Daha acayibi, (nereden baktığınıza bağlı olarak daha samimisi) sevip de yemek: Örneğin  Fethiye’de bir teyzemiz var, keçilerine isimler verir: Berat, Sevgi, Yüksel… Hepsinin hikâyesi de vardır. Çocuğunun hikâyesini anlatmaya bayılan ebeveynler gibi keçilerinin maceralarını anlatır durur. Her gün gezdirir, ağılları insan evi gibi tertemizdir. Sonra yer onları.

İnsanın doğası et yemeyi gerektirir mi ilgilenmiyorum. Yiyor olsa dahi insanın doğasına yakın davranmaya çalışmasının delilik olduğunu düşünüyorum. Doğamızla başa çıkabildiğimiz için yerlere sümkürüp elimizi saçımıza silmediğimiz gibi ilişkilerimizin bir bölümünü de tecavüz şeklinde yaşamıyoruz. Keza et endüstrisinin su başta, dünya kaynaklarını müthiş bir süratle tüketmesi sebebiyle yarattığı maliyetle de ilgilenmiyorum. Etin sağlık açısından bilumum zararlarına karşılık sebzenin faydaları da beni ilgilendirmiyor. Ben insanın hayvanı öldürmesini, öldürmek üzere ‘yetiştirmesini’ zalimce buluyorum. Her ne sebeple olursa olsun. Bu kadar basit ve net.

Leman Sam, kurban bayramında “Benim için IŞİD ile bıçağını masum bir hayvanın boğazına dayayan aynı duygudadır” demiş ve tepki çekmişti. Şimdi de “Nepal'de Hindu tanrıçası için yüzlerce hayvan katletmişlerdi, cezasız mı kalacaktı, bugün binlercesi öldü, tanrıçaları kabul etsin artık…” dedi.

Gördüğüm kadarıyla Leman Sam nefret nesnesi olmuş ama pek kimse kontekste, yani Nepal’de insanların bile isteye hayvan katletmesine takılmamış. Ben de bunu vesile bilip hayvan hakları konusuna girmek istedim.

Leman Sam birden fazla sebeple yanılıyor. Birincisi rakam yanlış. Nepal’deki Gadhimai festivalinde yüzlerce değil yüzbinlerce hayvan katlediliyor. Ve görüntüleri izleyin, zalimin bile kalbi kaldırmaz. Ben iki kere gittim Nepal’e. Başka dini törenlerde de hayvanlar katlediliyor. Henüz canlı canlı yakılmış hayvanlar gördüm ben de. İçler acısıydı.

Fakat bundan, bu mutlak doğruculuktan dolayı cezalandırma mekanizması Leman Sam’ın gönlünden geçtiği gibi kurumlaşırsa hepimiz ölebiliriz. Elimizi kaldırdığımız an çevremize zarar vermeye başlıyoruz. Ve bırakın Leman Sam’ın kendisini sanırım nefes alıp verirken sinek yutmayalım diye maske takan, akşamları taşa oturmadan bir süpüreyim diye süpürgeyle gezen vegan cainistler dahi böyle bir mutlak doğruculuğu yakalayabilmiş değil. Sıradan bir alışverişte ödenen verginin izini sürseniz neler çıkar. Nükleer santral yapımından savaş uçaklarına, çılgın projelere abuk subuk ölümcül kaç yere gidiyor o paralar. Hepimizin katkılarıyla.

Ayrıca Nepalli insan, hayvanlar için neden ortalama bir İstanbulludan daha zararlı olsun ki? Bir kere Nepal’in yüzde 80’i Hindu, yüzde 10’u Budist. Her ikisinde de a-himsa, yani zararsızlık prensibi etkindir ve hayvan öldürmek -bir yandan da- hoş karşılanmaz. Nepal’de insanların çoğu yarı vejetaryendir. Bir Urfa’lı yahut Chicago’lunun et tüketimine yaklaşamaz bile.

Nepal’de kurban edilen 350 ila 500 bin hayvana karşılık ABD’de yılda 200 milyon hayvanı sadece avcılar öldürüyor. Spor olsun diye. 10 milyar kara hayvanı öldürülüyor. Yemek olsun diye. Ve bu hayvanlar ölmeden önce de Nepal’deki gibi yaşamıyorlar. Minicik kafeslerde eziyet içinde, dışkılarını birbirlerinin üzerine yaparak işkence çekiyorlar. Ve bunlar Nepal’deki gibi göz önünde olmuyor.

Türkiye de et-yoğun beslenen, çöplüklerinde tecavüz edilmiş ve öldürülmüş köpek yavruları bulunabilen, okullarında tatil sonlarında hayvan tecavüzü anıları anlatılabilen bir ülke.

Bu mutlak doğruculuk, “oh be”cilik hayvan hakları hareketini en fazla örseleyen şey olabilir. Hayvanlar için mücadele her şeyden önce aktivistin ağzından çıkan lafın hedef kitle tarafından ciddiye alınmasından geçiyor. Ciddiye alınmak için de antipatik olmamak gerekir.

Leman Sam ise insanlar gözünde tipik “yapacak işi olmayan hırçın hayvan hakları bıdı bıdıcısı” profili çizerek niyeti bu olmasa da hayvan hakları savunucularına dair önyargıların semirmesini sağlıyor. Hayvanlara kötülük ediyor.

Asıl söyleyeceğim şu: Bana sorarsanız keçilerini besleyen sonra kesen teyzeler, kurban kesen amcalar, Nepalliler endüstriyel et katliamcılarıyla karşılaştırılamaz. Faaliyetlerini kapalı kapılar ardında yapmamaları da önemli bir farklarıdır. “Bırakınız kessinler, bırakınız yesinler” demiyorum. Bunun için başta fikirlerimi uzun uzun yazdım. Ama endüstriyel et katliamcılarının zulmü ve endüstriyel et tüketicilerinin sahtekârlığı o kadar büyük ki başka herhangi bir şeyle kıyas kabil değil. Hayvan hakları mücadelesinde açık ara en önemli problemimiz budur ve hamburger bağımlılarını şimdilik etten değil endüstriden uzaklaştırmak daha gerçekçi bir mücadele olacaktır diye düşünüyorum. Üstelik burada mezalim, çevre, sağlık ve iktisat açısından hiç kimsenin açıktan karşı çıkamayacağı argümanlar söz konusu.