Belki...Ama Asla
Meral Akbaş

“Kesinlikle onları affetmeyeceğim. Bana geçmişimi veremezler. Bana Beşir amcamı veremezler. Arkadaşlarımı veremezler. Gözlerimin önündeki o kadar kanı silemezler... içimizdekini silemezler... Şu anki Aznavurê barışabilir ama asla affetmeyecek. Bu kesin.” [1] Aznavurê’nin bu dediği, barış yapmakla affetmek arasına kalın bir çizgi çekiyor; barışın esasen bugüne dair bir mesele olduğunu ve belki geçmişe rağmen de tesis edilebileceğini, ama tesis edilen barışın ardında ya da tam ortasında bir yerde tüm o acıların, işkencelerin, kaybedilenlerin asılı duracağını işaret ediyor. Gelecek de galiba bu sebeple, tamamen yeni bir şey olamıyor; her şeyi ardında bırakarak yürüyüp gitmek mümkün değil çünkü! Ve hayaletler de var, hayaletler!: “Bu kadar çok şey yaşayan bir Aznavurê bunları yaşatanlarla barışabilir mi, bir şartla olur. Toprak altındakiler çıkarsa, belki.” 

Sanıyorum ki Kürt hareketinin siyasi vaatlerinde, yapıp ettiklerinde sürekli bir yalan, tutarsızlık ve samimiyetsizlik arayıp bulma alışkanlığının, bu kadar acıyı geride bırakmanın mümkün olamayacağını hissetmekle, kesin ve “güvenilir” bir unutmanın gerçekleşmeyeceğini bilmekle de bir ilgisi var. Aznavurê’nin affetmeyeceğini söylediklerinin küçük bir parçasını olsun sırtına almak yerine, geçmişi unutmayacağını söyleyenleri “sözüne güvenilmez” ilan etmekteki o aceleci coşkuyla ama, güvenilir bir sözün peşine düşülmüş olduğu da söylenemez. Bunun yerine, sıklıkla ve artık sağlanmış olduğu düşünülen bir barışın ifadesi olarak tekrar ve tekrar edilen “Eskiden olmuş tabii öyle şeyler, ama artık düzeliyor!” cümlesinde var görünen açıklığın, “şey” demekten bir adım daha ilerleyerek işkenceden, ölümden bahsediyor olmanın kimseyi geçmişten azat etmediğini söylemeye gerek yok; eğer Cavidan Hanımla Gurbet haklıysa: “Ama suçlu daha büyük bir suçtan yırtmak için... Daha hafif bir suçunu itiraf eder... Küçük bir iyilik, arkasında büyük bir kötülük gizler bazen...” [2]

Barışın mükemmel bir uzlaşı olarak tahayyül edildiği bir alanda bir lütuf, “küçük bir iyilik” olarak, bir yanaşma ve kaynaşma jesti olarak ortaya dökülen cümlelere bakıp insanın, sevmekle nefret etmenin arasındaki mesafenin bazen ne kadar da kısalabileceğine şaşırası geliyor. Eski günlerin geçip gittiğine dair söylenen bazı cümleler, mümkünse en kısa yoldan, ilk görüşte mesela, aşk istiyor; so(ru)nsuz biat olarak bir “küçük” aşk! Böyle bir yakınlaşma gerçekleşmediğinde, aşk karşılıksız kaldığında ama – erkeklerin çok aşık olduğu için sevgilisini, eşini öldürdüğünü söylediği bir ülkede yaşıyoruz! –, öyle kolaylıkla gönlünü vermek istemediğini söylediğinde diğer taraf, klişelerden biri ses veriyor: “Daha ne istiyorsun?!” Gültan Kışanak’ın cevabıdır: “Kürt halkı her şeyden önce saygı duyulmak istiyor. Varlığına tahammül edilmesini değil, saygı gösterilmesini istiyor... biz bize tahammül edilmesinin mücadelesini vermiyoruz. Biz eşitliğin mücadelesini veriyoruz... Toplumsal barışlarda özür dilenir. Özür dilemek, saygı göstermeyi ifade eder. Eğer özür dilenmezse, eğer bu duygular anlaşılmazsa, “mecburuz bir arada yaşamaya, birbirimize tahammül edeceğiz, buna da teknik bir çözüm bulalım” deniyorsa, bu gerçek bir toplumsal barış olmaz. Şu anki tartışmalar da bu yüzden sağaltıcı bir etki yaratmıyor. Barış böyle sağlanmaz.” [3]

Gültan Kışanak’ın barışı, bazı yazılı sözler, kurallar ve ifadeler, itiraflar, ve cezalarla halledilebilecek bir teknik mesele olarak tartışılmaktan çıkararak toplumsal barış olarak tanımladığı ve içine temas etmeyi, birbirini eşit olarak tanıma ve karşılıklı konuşmayı, duygusal yakınlaşmayı ya da asgari bir his ortaklığını yerleştirdiği çerçeveye Aznavurê’nin cümlesi de yerleşiyor: “Aznavurê barışabilir ama asla affetmeyecek.” Yakınlaştığında, konuştuğunda, değdiğinde yani birbirine, şimşekler çakmıyor; ölüler toprakların altından çıkmıyor!

Kürt sorununu ifade etmek ayrımcı ve bölücü bir adım olarak yakın vakitte yeniden tanımlanmışken, barışmaktan bahsetmişliğim manasız sayılmasın... Bazı barışlar çünkü, huzur getirmiyor; rahat kaçırıyor! Eski günlerin zaten geride bir yerde durmakta olduğuna, aslında oralardan çok da uzaklaşılmadığına duyulan sınırsız güvenle edilen tüm bu “eski” sözler, nefret ve aşk arasındaki o kısa, çok kısa mesafeyi hatırlatıyor.

O mesafenin ne kısa olduğunu bilenlerin asla affetmeyeceğini hep hatırlayarak belki...    

 


 

[1] Rojin Canan Akın ve Funda Danışman, “Arkadaşlarımıza mı ağlıyorduk biz, kaybettiğimiz çocukluğumuza mı?”, Bildiğin Gibi Değil: 90’larda Güneydoğu’da Çocuk Olmak içinde, s. 77.

[2] Akif Kurtuluş, Ukde, s. 94.

[3] Bu alıntı, İrfan Aktan’ın Gültan Kışanak’la gerçekleştirdiği söyleşidendir; bkz.: “Gültan Kışanak’ın gözüyle Sakine Cansız: Kürt hareketinin Rosa’sı”, Express, 132, 2013 [http://birdirbir.org/gultan-kisanakin-gozuyle-sakine-cansiz-kurt-hareketinin-rosasi/].