Diyarbakır: Ermenistan mı Kürdistan mı?
Cuma Çiçek

Ermeni Soykırımı’nın yüzüncü yıldönümü vesilesiyle bir çok camiada olduğu gibi Kürtler arasında da önemli tartışmalar yapıldı, yapılıyor. İsmail Beşikçi Vakfı bünyesinde yürütülen proje sonucunda A. Çelik ve N. K. Dinç tarafından kaleme alınan Yüz Yıllık Ah! Toplumsal Hafızanın İzinde. 1915 Diyarbekir (link) adlı çalışmayı özellikle not etmek gerekir. S. Çiftyürek’in (link) ve F. Aydınkaya’nın (link) yazı ve mülakatı, Ermeni Soykırımı’nda Kürtlerin rolünü eleştirel bir çerçevede ele almak için önemli örnekler teşkil ediyor. Anaakım Kürt Hareketi’nin de diğer yıllardan farklı olarak bu yıl çeşitli anma etkinlikleri ve medya programları aracılığıyla eleştirel bir tavır takındığı görülüyor. Bununla beraber, Ermeni Soykırımı’ndaki rollerinden dolayı “Kürtlerin özür dilemesine” şiddetle karşı çıkan kesimlerin de olduğunu belirtmek gerekiyor. Türk kamuoyundaki geleneksel reaksiyona çok benzeyen “onlar da Kürtleri katlettiler, özür dilesinler” olarak karikatürize edebileceğimiz (tipik bir örneği için link) çıkışlar da oldu.

W. Benjamin, ünlü tarih tezlerinde toplumda hâkim olan ilerleme anlayışını tarihin meleği metaforu üzerinden radikal şekilde eleştirir ve yaşadığımız “ilerlemenin” “yıkıntılar” üzerinden gerçekleştiğini bizlere çarpıcı şekilde hatırlatır:

Klee’nin Angelus Novus adlı bir resmi vardır. Bir melek betimlenmiştir bu resimde; meleğin görünüşü, sanki bakışlarını dikmiş olduğu bir şeyden uzaklaşmak ister gibidir. Gözleri, ağzı ve kanatları açılmıştır. Tarihin meleği de böyle gözükmelidir. Yüzünü geçmişe çevirmiştir. Bizim bir olaylar zinciri gördüğümüz noktada, o tek bir felaket görür, yıkıntıları birbiri üstüne yığıp, onun ayakları dibine fırlatan bir felaket. Melek, büyük bir olasılıkla orada kalmak, ölüleri diriltmek, parçalanmış olanı yeniden bir araya getirmek ister. Ama cennetten esen bir fırtına kanatlarına dolanmıştır ve bu fırtına öylesine güçlüdür ki, melek artık kanatlarını kapayamaz. Fırtına onu sürekli olarak sırtını dönmüş olduğu geleceğe doğru sürükler; önündeki yıkıntı yığını ise göğe doğru yükselmektedir. Bizim ilerleme diye adlandırdığımız, işte bu fırtınadır.

Türkiye’de devlet ve toplum inşası etnik/ulusal, dini, ekonomik, sosyal ve mekânsal boyutları olan çoklu yıkıntılar sayesinde mümkün oldu. Bu anlamıyla, Türkiye’de olan biteni bu yıkıntılar üzerinden okumak farklı “hakikatler” ortaya çıkararak, yeni bir toplumsallığın inşasında önemli bir kaynak işlevi görebilir.

Türkiye genelinde olduğu kadar Kürdistan coğrafyasında da ilerleme ya da inşa süreçleri yıkıntılar üzerinden yükseldi, yükseliyor. Ve hiç kuşku yok ki Hıristiyan Ermeni ve Süryani halklarının maddi ve manevi varlıklarının büyük oranda ortadan kaldırıldığı soykırım süreci, Kürdistan’ın “inşasında” kurucu bir rol oynadı. Zira bu çoklu yıkım süreci –her ne kadar devletin hesabı bu olmasa da– Kürdistan/Ermenistan coğrafyasında mekanın, mülkün ve kimliğin Kürtleşmesini ve Müslümanlaşması hem kolaylaştırdı hem de hızlandırdı.

Çünkü hatırlamakta ve hatırlatmakta yarar var: Diyarbakır, Urfa, Batman, Bitlis, Muş, Ağrı, Van, Dersim, Malatya ve diğer iller... Buralar, Kürdün diyarı olduğu kadar Ermenin de diyarı... Yani Kürdistan olduğu kadar Ermenistan...

Osmanlı dönemine ait nüfus kayıtları, bugün neredeyse tüm Kürtlerin Paytaxt yani başkent olarak gördükleri Diyarbakır’ın Kürdistan olduğu kadar Ermenistan olduğunu gösteriyor. 1914 yılında yapılan nüfus sayımına göre Diyarbekir Vilayeti’nde yaşayan 492.101 kişiden 65.850’si, yani toplam nüfusun %13,38’i Ermeni. Yine toplam nüfusu 309.999 olan Bitlis’te 117.492 (%37,9), 179.380 nüfusa sahip Van’da ise 67.792 (%37,79) Ermeni yaşıyordu.

Diyarbakır Valiliği’nin bilgilerine göre tarihi Sur bölgesinde, onca yıkımdan sonra bugün bile sekiz kilise bulunuyor. Bunlar içerisinde Surp Giragos Ermeni Kilisesi, Süryani Meryem Ana Kilisesi ve Mar Petyum Keldani Kilisesi kentte çok az sayıda kalmış çok küçük cemaatlere bugün de hizmet vermeye devam ediyor.

Kürtler verdikleri mücadeleler sonucunda coğrafyalarında devletin öngördüğünden farklı olarak başka bir toplumsallık inşa edebildiler. Bu inşa süreci hala devam ediyor. Bununla beraber, anaakım Kürt Hareketi’nin çok kıymetli çabalarına rağmen, Kürt toplumu 1915 gerçeğiyle yüzleşebilmiş değil. 1915’in yüzüncü yıl dönümü münasebetiyle yapılan etkinliklerin sayı, kapsam ve yaygınlık bakımından sınırlılığı, bu konuda hem Kürt toplumunun hem de kurumsal temsilcilerinin soykırım gerçeğiyle yüzleşmekten uzak olduğu gösteriyor.

Kürtler, Hıristiyan Ermeni ve Süryani halklarının maddi ve manevi varlıklarını ortadan kaldıran soykırım süreciyle ve dedelerinin ve ninelerinin bu süreçteki rolleriyle ahlaki, vicdani ve siyasi sorumluluk gereği yüzleşmek zorundadır. Sınıfsal mücadele, toplumsal cinsiyet eşitliği ve kadın özgürlüğü, özgürlükçü kimlik siyaseti gibi alanlarda önemli mesafeler kat eden ve Türkiye toplumu için önemli referanslar yaratan Kürtler, soykırım gerçeğiyle yüzleşerek bu konuda da başka bir toplumsallık inşa edebilirler. Bu konuda en önemli umudu hiç kuşkusuz mücadele deneyimleri oluşturuyor.